Bu hafta size ramazanın infâk ve nefis terbiyesi ruhuna yakışan bir hikâye anlatmak istiyorum. Hikâyeler çoğu zaman sıra dışı olayları ve kişileri anlatırken bize de ders verirler aslında. Aşağıda okuyacağınız hikâye sıra dışı bir kahramanın başından geçen olağanüstü olayları anlatmıyor. Bu hikâye emsâli olmayan bir sabır ve azim hikâyesidir.
Hadi şimdi birlikte XVIII. yy. İstanbul’una gidelim. Kim bilir kimin hayratı, mermer çeşmelerin süslediği taş döşeli sokaklarda dolaşalım. Gösterişsiz, ahşap evler birbirine yaslanmış. Cumbalı pencereler komşunun mahremini ustaca saklamakta. Asırlık çınar ağaçlarının gölgesinde ihtiyarlar tesbih çekiyor. Çarşı pazardaki satıcılar siftah yaptıysa eğer, bir sonraki müşteriyi komşusuna gönderiyor. Şehrin dokusuna işleyen İslamî ruh iyiden iyiye belirgin. Yedi tepeli şehrin her köşesinden beş vakit gür sesli müezzinlerin okuduğu ezanlar yükseliyor. Her biri devrinin şanlı mimarlarının eseri olan minareler ve kubbeler müminleri ibadete davet ediyor. Padişahlar, vezirler, paşalar, hanım sultanlar bu müstesna memleketi daha da süslemek için âdeta yarış halindeler. Allah’ın rızasını kazanmak için, isimleri unutulmasın, göçtükleri zaman arkalarından Fatiha okuyanlar bulunsun diye şaheserlerle donatıyorlar dört bir yanı.
İşte bu İstanbul’da, Fatih’in Zeyrek semtinde, Keçecizade Hayredddin Efendi isminde kendi halinde bir esnaf yaşıyor. Kimsesi yok zevcesinden başka. Bugün kazanıp bugün yiyorlar. Öyle çok variyeti de bulunmuyor Keçecizade Hayreddin Efendi ve hanımının. Ama içinde öyle imkansız bir heves var ki gün geçtikçe azalacağına artıyor. Birbirinden görkemli camii ve külliyeleri gördükçe gönlünde bir cami yaptırma arzusu doğuyor. Ama ne variyeti ne de kuvveti var bunun için. Arzusu hüsrana uğrayacak diye çok korkuyor. Hanımına açıyor gönlündeki muradı, o da can-ı gönülden destek verince hac yoluna çıkan karınca misali bir karara varıyorlar. Hani karınca bu halinle nasıl varacaksın Hicaz’a diyenlere “Varamasam da yolunda ölürüm,” diye cevap vermiş ya. Onlar da adım adım, kuruş kuruş, damla damla ellerine geçen parayı iğneyle kuyu kazar gibi azimle biriktiriyorlar. Hayreddin Efendi ve ismi bilinmeyen zevcesi bu hareketleriyle, bir camiye bânî olma muradını zamana ve Allah’ın takdirine bırakıyorlar.
İnsanın nefsi her şeyi ister, aslolan bu azgın nefse yenilmemektir. Nefis mücadelesini tam yirmi yıl sürdüren Hayreddin Efendi ve hanımı, canları bir şey yemek istediğinde “Sanki yedim” deyip parasını köşeye koymuşlar. Yirmi yıl boyunca sabırla kuruş kuruş biriken paralar sonunda küçük bir camii yaptıracak meblağa ulaşmış. Belki mahalleli, konu komşu da bu azmi gördükçe destek olmuştur. Sonuç olarak Zeyrek Mahallesi Kırbacı sokakta tek minareli küçük bir camii inşa edilmiş ve adı da Sanki Yedim Camii olarak anılmaya başlamış. Ama hikâye burada bitmiyor.
Bir müddet hizmet verdikten sonra Sanki Yedim Camii, Unkapanı yangını olarak bilinen büyük felakette neredeyse tamamen zarar görmüş. Bir müddet marangozhane olarak kullanılan ve zamanla metrûk hale gelen camii, 1959’da mahallelinin desteğiyle tekrar inşa edilmiş.
Resmî kayıtlarda caminin banîsi olarak Hayreddin Efendi’nin ismi yanında Adanalı Ahmet Efendi’nin ismi de anılmakta. Hangisinin camiyi yaptırdığı net değil deniliyor. Ne önemi var ki? Sonuçta bu bir hikâye…
Hikâyeden bir ders çıkarmak gerekirse eğer,
Sanki Yedim Camii; nefis mücadelesini ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanma gayretini işaret eden ismi ve yapılışındaki halis niyet, zaten başlı başına bir ders değil mi? Günümüzde çevresindeki apartmanların arasında mütevazı ölçüleri, tek şerefeli beyaz minaresiyle göze çarpmasa da bilinmeyi ve banîsine bir Fatiha’yı hak ediyor.
Yorumlar