“Kâmil mümin daima Hakk’ı sena edişi sebebiyle nefsine karşı müteşekkir olmaktan uzak kalan ve sürekli hukukullah ile meşguliyet yüzünden nefsanî hazlarını hatırlamaya vakit bulamayan kimsedir.”(Hikem-i Atâiyye 241. Hikmet)
Kâmil mümin kendinden zuhur eden ibadet, iyilik adına ne varsa Allah’tan bildiğinden, ve O’na müştak olduğundan kendinde beğenecek bir şey bulmaz. Allah’ın hak ve hukukunu yerine getirme arzusu ve gayreti kendisini sardığından, nefsani arzularla uğraşmaya hâli kalmaz diyor Atâullah el-İskenderî.
Yani bu kimseler, değil dünya hırs ve zevkleri, “hakkım” demekten dahi vazgeçmiş, Hakk’ın hukukunu, rızasını gözetmekle meşguldür, bundan ötürü kendini görmez bile. Bir başka hikmette de bu mânâ için şu ifade kullanılır: “Arif-i billah; varlık vehminden kurtulmuş ve şahsını görmekten kaybolmuş olduğu için işareti olmayan vasıl-ı ilallahtır. Yani Allah’a vasıl olmuş kimsedir.
Malumdur ki insan her anında tercihte bulunur. Hayatında merkeze kendini koyarsa tercihini de nefsini memnun edecek şekilde yapar. Kendi için yaşar. Merkeze Allah’ı koyarsa O’nu hoşnut etmeyi gözetir. O’nun için yaşar. Tasavvufta denir ki; bu gayretlerine karşılık Allah o kula hususi yakınlığını bahşedecek olursa, o hep “ben” diyen benliği ondan alır. Allah Teâlâ ile olmaya yakışacak bir başka benlik verir. Böylece kendini görecek bir hali bile kalmaz da bu kalmayışı fark etmez bile.
Biraz da bahsedilen insan-ı kâmilin özelliklerinden nakledelim.
Necmettin Kübra Hazretleri kâmil insanların sohbetlerini ezel ikliminden eserek gelen ve tâ beka alemine doğru giden nefes ve rüzgarlara benzetir ve şöyle der: “O kimseler ne konuşurlarsa konuşsun, hangi mevzudan bahsederse etsin hep O’ndan bahsederler, hep O’nu anar ve zikrederler. Onların sözleri bu nefesi taşıyan kervanlar gibidir. Sözlerin şekline değil kokularına, kopup geldikleri yere nazar eyle ki sohbetin zevkine varıp hakiki bilgiye erişebilesin.”
Hz Mevlana da insan-ı kâmilden bahsederken şöyle der:
“Onlar senin kötülüklerini mazur görürler de canlarının içinde sana yer verirler”.
Kâmil insanlar, Efendimizin ahlakına ve sünnetine tâbi olduğundan ve o ahlaka yaklaştığından, peygamberlerden sonra insanların en merhametlileridir. Fakat bu demek değildir ki bu zatlar sadace insanların kabahatlerini hoş görüp, müsamaha edip geçerler. Allah’a olan ahidlerini idrak etmeleri sebebiyle Hak taliplerinin elinden tutar, onları Allah’a vasıl eylemek üzere daima irşad ederler.
İnsanların lütûf veya kahır olarak gördükleri şeyler onlar için birdir. Yunus’un “lütfun da hoş, kahrın da” dediğini Atâullah el-İskenderî şu minvalde söyler :
‘Eğer Allah sana bir lütufta bulunduğunda veya bir şeyi vermeyip aldığında bilesin ki bu muhakkak sana lütfunu göstermek ve kendini tanıtmak içindir. Her iki durumda da Allah’ın muradı olan mânâyı tahsil edebilirsin. Eğer sen lütfunda ve kahrında bunu görmüyorsan boşuna lütuf görmüş, boşuna çile çekmişsin’ demektir.
İnsan-ı kâmil’in kalbi, Ruhu’l-Beyan‘da ise açık bir kitap olan imam-ı mübîn’e benzetilmiştir. Şöyle der: “O kalpte, nice melekût nurları nakşedilmiş ve ceberut sırları yerleştirilmiştir. İşte böyle bir kalp, her iki cihana ait zerre kadar bir suret kalmayacak şekilde kalbin tasfiye edilip temizlenmesinden sonra husule gelir. Tasfiyenin manası, varlığı hakiki olanın ortaya çıkması için vehmedileni izale etmektir.” Hakkın insanda güneş gibi doğması için batılın, vehim ve zanların aldanmışlığından kurtulmaktır.
Tüm mahlûkatda Allah’ın esmasının, sıfatlarının tecellisi vardır fakat sadace insanda Zat’ının tecellisi vardır. İnsan-ı kâmilin kalp aynası temiz ve parlak olduğundan Allah Teâlâ o aynadan yansır. Ne kadar ilim okusa da hâlâ ham kalan insan; mücahede ile, çilelerle, ve bunların Rabbinin terbiyesiyle olduğunun idrakıyla olgunlaşır, saflaşır. Mustafa ismi de kök olarak Arapça’da saf kelimesinden (saflaşmaktan) gelir. En saf ve temiz ayna demektir. Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz, insan-ı kâmildir. Ve insanların kemâlâtına vesiledir. Mümin kul onu tanıyıp yaklaştıkça, ona hayranlığı, hürmeti ve muhabbeti artar. Huyu, ahlâkı, amelleri o sevdiğine benzer. Efendimizi örnek almaktan öte özümser ve kendindeki kemâle ancak bu şekilde ulaşabilir. Velhasıl Allah’a yakınlığın ölçütü Efendimize tabi olmak, itaat etmektir. Nitekim ayette de Allah ve Resul’e tabi olmak hep birlikte zikredilmiş, emredilmistir. Her kul farklı şartlar ve istidadda (kabiliyette) yaratılmış olup herkesin kendi kapasitesince ve istihkakınca bir kemâli vardır. Biraz basit bir örnek olacak ama çeşitli şekillerde, boyutlarda binlerce kap vardır. Hepsinin dolduğu nokta farklı orandadır. İnsanları da farklı çeşitlilikde düşünürsek işte kendindeki o istihkakı tamamlayabilen kişi de kendi nispetinde kemâle ermiş demektir. En müjdeli olan ise, bu yolda bulunan ve maksudu yalnızca Allah olarak yaşayan kişi niyetinde sadakatte, amelinde gayrette daim olduğu için Efendimizin vesilesiyle, bu yolda vasıl olanlara ilhak olunur.
Yorumlar