Eski zamanlarda orduda bulunan her asker istediği kıyafeti giyerek savaşa giderdi. Bunun sebebi ise her ulusun kendine özgü bir kıyafetinin bulunması ve herkesin savaşta kendi yurttaşlarını ulusal kıyafetlerinden ayırt edebiliyor olmasıydı. İslamiyet’ten sonra da her Müslüman cihat görevi ile yükümlü olsa da herhangi bir askeri kıyafet belirlenmemişti.
Osmanlı devleti kuruluş dönemine gelindiğinde bir düzen ve çabuklukla, vakit geçirmeksizin savaş alanına gidebilmek, düşmana karşı kuvvetli durabilmek için askerî bir güce sahip olunması gerektiği düşünülerek, Orhan Gazi döneminde (h. 730) yeniçeri ordusu kurulmuş ve ordu erlerinin halktan ayırt edilebilmesi için askerî kıyafet belirlenmesine karar verilmiştir.
Asker kıyafetleri belirlenirken elbiseden önce başlıklara önem verilmiş, askerlerin savaş zamanında düşmandan, barış zamanında da halktan ayırt edilebilmesi için başlarına beyaz külah giymeleri uygun görülmüştür. Bazı tarihçiler, beyaz renk seçilmesinin sebebinin “Beyaz renk elbiseler giyiniz, çünkü elbiselerinizin en hayırlısı beyaz olanlardır.” hadis-i şerifi olduğunu düşünmektedir. Osmanlı Devleti’nin genişleyip askerî kuvvetlerinin çoğalmasıyla birlikte, askerî sınıfların da arttırılması gerekmiş, bu sebeple her askerî sınıf için değişik başlık ve elbiseler kabul olunmuş; bununla birlikte günümüzdeki gibi rütbe sahipleri başlıkların şekline, üzerlerindeki süs ve işaretlerin çeşidine göre birbirlerinden ayırt edilmiş, erler de sınıflarına göre başlık giymeye başlamışlardı.
Sadrazamlar ve vezirler kılan, kafes, kalafat, paşayi, katibi ve melai adında taç ve kavuklar, askerî sınıflardan olan yeniçeriler börk, kapıkulu askerleri kavuk, humbaracılar kisve, topçu ve tersane kalyoncuları puşi, zırhlı askerler de zerrin külah adı verilen metal miğferden başlıklar giyerlerdi.
Osmanlı asker kıyafetlerinde büyük rütbesi olan subaylar iç çamaşırı üstüne kısa veya uzun entari giyerek bellerine kuşak bağlarlar, onun üzerine de dış giyim olarak cübbe, kaftan veya biniş adı verilen giysiler; altlarına kırmızı veya mavi renk ince kumaştan dikilen çakşır isimli bir şalvar pantolon giyerlerdi.
Cübbe; entariden kısa, kolları dirseğe kadar gelen bir üst giyim iken biniş, ayaklara kadar uzanan kolları uzun ve sarkık bir giysi olup yazın kolları sıvanır, kışın ise uzun bırakılarak düğmelenirdi. Küçük rütbeli askerler ise yalnız entari, kaftan ve şalvar giyer bellerine de kuşak bağlarlardı. Yeniçeri erleri yürümelerine kolaylık olması açısından kaftanlarını eteklerinin bellerine geçirerek entari ve şalvarlarını dışarı çıkarırlardı. Bu çeşit giyilen kaftanlara da dolama denirdi.
Gerektiği zaman bir çeşit yağmurluk görevini görmesi açısından pelerine benzer veya daha uzun boyu olan ve bir tarafı omuza atılan bornos denilen yağmurluklar tercih edilirdi. Bazen de yağmurluk görevini görsün diye yeşil, kırmızı veya başka bir renk, çuha veya şal kumaşından yapılan şallar da tercih edilirdi. Bu şalların kenar kısımları sırma harç veya saçak ile süslenir, önden ve arkadan uçları yere sarkacak şekilde omuza alınırdı.
Osmanlı askerî giyiminin bir diğer önemli parçası ise hil’attir. Padişahlar savaş veya barış zamanlarında bazı hizmet olaylarını ödüllendirmek üzere subaylara hil’at isimli bir kıyafet bağışlardı. Özel olarak hazırlanan ve bağışlanan bu hil’atlar “Hasülnas, Has, Kuşak, Ala, Bala, Elvana ve Sevb” isimleriyle çeşitli şekillerde ve derecelerde olur, ödüllendirilmeye layık görülen subayın rütbesine göre seçilir ve giydirilirdi. Bu hil’atların bulundukları sandıklar savaş zamanları hazine sandıkları ile birlikte taşınır, yürürlükteki kurallar gereği ordugâh pazarının yakınında bulundurularak, buradan gelip geçenlere amaçlarını hatırlatmak için gözler önüne serilirdi.
Osmanlı ordusunda bazı dönemlerde zırh takımları da çok kullanılmıştır. Bunlar her ne kadar silah sayılsa da ordunun bir giyim parçası olmasından dolayı acizane bundan da biraz bahsetmek uygun olur diye düşündüm. Zırh takımı parçaları miğfer, zırh gömlek, zırh göğüslük, kolçak (kola takılan zırh koruma), zırh eldiven, dizçek adında parçalardan oluşur, gerek süvari gerek piyade askerleri arasında mutlaka zırhlı erler bulunurdu.
Askeriyede rütbe ve askeri sınıflar bele bağlanan kuşaklar yoluyla ayırt edilirdi. Askerî usül ve düzen gereği her sınıf askerin ve her bir rütbe sahibinin kendi sınıf ve rütbesini belirleyen kuşağı takması gerekirdi. Çuha veya çeşitli kumaşlardan yapılanlara kuşak, maden veya meşin gibi daha kalın malzemeden yapılanlara ise kemer adı verilirdi. Kuşak ve kemerlerin üstlerinde çeşitli süsler ve tokalar bulunur, bunlar ve bunların duruşu da rütbelerin belirlenmesine, ayrımına yardımcı olurdu. Bazı rütbe sahiplerinin kuşaklarına, mücevherli veya mücevhersiz bıçak veya hançer sokmaları da askerî bir ayrım işareti sayılırdı.
Askerî teşkilatta ayakkabı renkleri de bir ayrım işareti sayılırdı. Erler kırmızı, ulema mavi, subaylar da sarı renk ayakkabı giyer ve bunlar genellikle ökçesiz olarak yapılırdı. Subaylar genelde mest, pabuç veya çizme, piyade sınıfı ise ökçesiz olan altı kösele, üstü yumuşak deri hafif bir ayakkabı türü olan, kundura biçiminde yemeni adı verilen bir tür ayakkabı, süvari sınıfı ise çizme giyerdi.
Ne kadar değişik bilgiler olmuş, okurken çok keyif aldım. Kaleminize yüreğinize sağlık.