“İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez.” (Tirmizî, Birr, 35.)
Şükür ve teşekkür nimeti verene, iyilikte bulunana minnettar olmak demektir. Biri, insanın yaratıcısına biri de diğer insanlara karşı gösterdiği nezakettir.
İnsan teşekkür etmeyi bilmelidir. Gerek diğer insanlara gerek yaratıcısına karşı bunu göstermelidir. Hadis-i şerifte şükretmenin de bir alışkanlık biçimi olduğu ifade edilmiştir. Önce yaratılana karşı teşekkürü devam ettirmeli ki Yaratan’a karşı hakkıyla şükrü ifa edebilsin.
Şeklin insân eyledi,
Ehl-i îmân eyledi,
Bunca ihsân eyledi,
İhsânı bilmek gerek
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri
Bu dizelerde de bahsedildiği gibi, Allah Teala’nın biz kullarına ihsan ettiklerini bilmek ve fark etmek gerek hakikaten. Bunlar üzerine tefekkür edip insan olarak yaratılmamız en başta olmak üzere elimizdeki bütün nimetler için ayrı ayrı şükretmek gerek. Bu şükür aynı zamanda bizi mutluluğu da götürür çünkü insan bazen içinde bulunduğu şartların kendisi için büyük birer nimet olduğunu unutur. Bazı noktalar artık rutin haline geldiği için bize bahşedilen güzelliklerin şükrünü eda etmeyi atlarız kimi zaman. Sanki zaten var olması gerekiyormuş gibi düşünürüz. Bu da içinde bulunduğumuz bazı şartların mucizevi güzelliklerini görmemizi engeller.
“Şükrederseniz nimetimi artırırım.” (İbrahim Suresi 14/7) buyuruyor Rabbimiz. Bize verdikleri için zaten şükretmemiz gerekirken bir de teşekkür ettik diye nimetleri çoğaltarak şükrümüzü ödüllendiriyor. Evet bu muazzam bir şey. Esasında insan şükretmekle huzur da buluyor. Nimetin farkına varmak zihnen bizi bir mutluluğa gark ediyor. Rabbimizle bağımızı kuvvetlendiriyor. Bizi sevdiğini bir kez daha hissetmiş oluyoruz. Bize verdiği değerin bir kez daha farkına varmış oluyoruz. Bütün bunlar bizi daha iyi bir ruh haline büründürüyor.
İnsan içinde bulunduğu nimetlerin farkında olmadığında sürekli dibe çöküyor. “Hep daha iyisi olsun, bu neden bende yok, hiçbir istediğimi elde edemiyorum, insanlar ne rahatlıklarda yaşıyor.” diye baktığımızda dünyaya, fazlasıyla karamsarlığa kapılıyoruz. Oysa Efendimiz (s.a.s.) ne tavsiye ediyor? “Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd 9)
Bu nasihati uyguladığımızda bize verilmiş aslında çok büyük olan nimetleri normalleştirdiğimiz için artık küçük gördüğümüzü fark etmiş oluruz. Nankörlük etmekten ve şikayetten kurtulmuş oluruz ve bulunduğumuz her hal için hamd ve şükür imkanına kavuşmuş oluruz.
Şükretmeyi bir alışkanlık haline getirmek, her gün gerçekten bunun üzerine düşünmek, yeniden ve yeniden bize bahşedilenlerin farkına varmak, bizde olanlara sahip olmak için can atan nice insanların olduğunu hatırlamak ya da en basitinden şükür günlüğü tutmak belki, daha mutlu hissetmemiz noktasında bize büyük kolaylık sağlayabilir. Üstelik tam da bunu iliklerimize kadar hissettiğimiz bir dönemdeyiz. Müslüman coğrafyalarda yaşananları gördükçe her seferinde, şükretme noktasında zirve yapmamız gerektiğiyle çok çarpıcı bir biçimde yüzleşiyoruz. Şükretmeyi unutmamak konusunda ne kadar hassas davranmamız gerektiğiyle alakalı en temel örnek budur sanırım şuan.
Sahip olduklarımız sekteye uğramadan kıymetini bilelim. Nimetin asıl sahibine minnettarlığımızı ifade edelim. Şükretmenin de hakkını verelim. Hakkıyla şükredebilmek için Efendimiz’in (s.a.s.) Muaz’a (r.a.) her namaz sonrasında okumasını tavsiye ettiği şu duayı da burada hatırlamış olalım:
اَللّٰهُمَّ أَعِنّ۪ي عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ
Allahümme eınnî alâ zikrike ve şükrike ve husni ibadetike.
“Allahım! Seni anmak, sana şükretmek ve sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!”
Son olarak her nimetin şükrünün kendi cinsinden olduğunu biliyoruz. Ne demek bu? İlim sahibiysek bildiğimizi öğretmek, sağlıklıysak hayırlı bir insan olmak için çalışıp çabalamak, gençsek enerjimizi hayır yolunda harcamak, malımız mülkümüz varsa infak etmek kısacası elimizdeki nimet her ne ise onu Allah yolunda kullanmak diyebiliriz.
Bişr-i Hafi Hazretleri bunu şöyle izah eder:
Gözün şükrü gördüğünden hikmet devşirmek ve tefekkürü artırmaktır.
Kulağın şükrü bir hayır işittiğinde onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır.
Ellerin şükrü onlarla hakkı olandan başkasını tutmamaktır.
Midenin şükrü helâl ile gıdalanmaktır.
Ayakların şükrü de hayır-hasenattan başka bir yöne gitmemektir.
Kim böyle yaparsa hakikaten şükredenlerden olur.
Bu izahtan anlıyoruz ki kabiliyetlerimizin şükrünü ifa etmiş olmak için onları Allah’ın razı olacağı şekilde kullanmalıyız. Allah bizleri hakkıyla şükredenlerden eylesin.
EBÛ HÜREYRE
Çok hadis rivayet etmesiyle tanınan sahâbî.
Câhiliye devrindeki adı çeşitli kaynaklarda Abdüşems, Abdüamr, Sükeyn, Amr b. Abdüganm gibi farklı şekillerde kaydedilmektedir. Hz. Peygamber onun adını Abdurrahman veya Abdullah olarak değiştirmiştir. Künyesiyle ilgili en yaygın rivayet, koyun otlatırken bulduğu kedi yavrularını (Ar. hir [kedi], ism-i tasgīri hüreyre) elbisesinin eteğine koyup onlarla oynadığı için kendisine “Ebû Hüreyre” dendiği şeklindedir (Tirmizî, “Menâḳıb”, 46; Hâkim, III, 506).
Ebû Hüreyre Medine’ye ulaştığı günden itibaren kendisini tamamen dine verdi ve Resûlullah’ın (s.a.s.) yanında bulunduğu sürece dünyevî hiçbir arzu peşinde koşmadı. İslâmiyet’i geç benimsediği için kaybettiği yıllarını telâfi etmek amacıyla açlıktan bayılacak dereceye geldiği halde Mescid-i Nebevî’deki suffeden ayrılmazdı.
Ebû Hüreyre’yi en çok hadis bilen ve hadisleri en iyi ezberleyen sahâbî konumuna getiren çeşitli sebeplerin başında, onun Hz. Peygamber’le (s.a.s.) ilgili her şeyi öğrenme, hadisleri ezberleme konusundaki şiddetli arzusu ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) yanından ayrılmaması gelmektedir.
Yorumlar