Ribat’ın kıyılarında otururdu nenem. Âmâ idi, tespih dizmeyi severdi. Biriktirdiğimiz tespih ağacı tanelerini, zeytin çekirdeklerini belli zamanlarda ona götürürdük.
Hep aynı kayıkçı ile karşıya geçer çekirdekleri bırakır geri dönerdik. Kayıkçı artık tanımıştı bizi. “Çok birikmiş bu sefer. Kaç tespih çıkartacak acaba?” diye sordu. Omzumu silktim.
“Sıkılmıyor musun nene tek tek uğraşıyorsun?” diye sorardım her sefer, “Ben kendi işimde, kendi içimdeyim oğlum.” der başka da bi’ şey demezdi. İnsan dışarıya bir iş yaparken nasıl kendi içinde olurdu? Kayıkçının sesi düşümü böldü.
-Bilir misin çocuk, tespihçilerin pîri kimdir?
-…
-Dur ben söyleyeyim. Veysel Karanî Hazretleridir. Hani Efendimiz’in hane-i saadetinin kapısına kadar gelmiş de anacığına verdiği söz hasebiyle mescide dahi bakamadan dönüp yurduna gitmiş. Hatırladın mı?
-Hatırladım. Nenem anlatmıştı.
-Levlâke sırrının mazharı Allah Resulü’nün, Uhud Savaşı sırasında dişinin kırıldığını duyunca o da otuz iki dişini birden kırmış. Aman ya Rabbi böyle bir aşka düşmek her ademe nasip olur mu acep diye düşündüydüm işittiğimde. Peygamberimizin kırılan dişiyle birlikte sayı 33 olmuş böylece ilk tespih de yapılmış derler. İşte o sebeple Veysel Karani de tespihçilerin piri sayılırmış.
Gözlerim büyümüştü, yaa diyebildim. Kayıkçının içten içe yandığı her halinden belliydi. Kayıktan inerken nenemin benim için dizdiği küçük tespihimi kayıkçının kocaman nasırlı ellerine bıraktım. Güneşin altında yanmaktan kösele gibi olan çehresi yumuşadı ve kırışık yüzü birden tebessüm eder oldu. Sonra o yoluna gitti ben yoluma gittim.
***
15 Recep 545 Pazar günü Ribat’ta kırklara karışmaya az kala 40. meclisteydik. Olmam gereken yerdeydim. Bir çocuğun elinden bir kayıkçının cebine. Kalp kafeslerinin kapısının tıkladığı her anı hissedebiliyordum. Meclisin kokusunu ve seslerini duyuyordum. Biliyorum ki bu sesler asırlar arşınlansa dahi gönüllerde yankılanacak ve yolda yürümek isteyene pusula olacak. Bir gün birileri bir mecliste bu sözleri kitap gibi okuyacak.
Ancak söz dinleyenin yol yürüyebileceği bir zamandan, gür sesi ile şöyle buyurdu pîr:
Ateşe ancak ateşte yumurtlayan, yavrulayan, ateşte oturup kalkan Semendel Kuşu dayanır. Sıkıntı, mücadele, zorluklara göğüs germe, kaza ve kader balyozlarına katlanma ateşi içinde Semendel Kuşu gibi olmaya çalış ki benimle birlikte olmaya, sözümü dinlemeye, sözümün sertliğine, gizlide ve açıkta yalnızken, insanlar içindeyken varlığın devam ettiği sürece sözümle amel etmeye dayanabilesin. Bunu başarabilirsen Allah’ın irade ve takdiri ile dünya ve ahirette kurtuluşa erersin.1
Dur bakayım. Ben bu adı duymuştum. Hani geçen kayığa binmişti biri de, bizimkiyle konuşmuşlardı epey. Ne kuş ne balık ne kertenkele demişti bu Semendel için. Hatta üzerinde çok araştırmalar yapmış. Uzvunu yitiren semendel geçmişine doğru bir yolculuğa çıkıyormuş ve gençleşme iksiriyle birlikte geri dönüp hücrelerini yeniliyormuş. Yenilenen hücreler de organı eski haline getirebiliyormuş. Geride de ne en ufak bir neşter izi ne başka bir şey. Müdahale dışarıdan değil içeriden gerçekleşiyormuş. İçe dönüyormuş. Her şey içte dönüyormuş.
Fe Süphanallah. Şimdi anladım. Görmez görünen gözlerin bizi nasıl dizdiğini şimdi anladım.
“Kendi işinde, kendi içinde.”
1 . Abdulkadir Geylani El- Fethu’r Rabbânî 40. Meclis
Yorumlar