Önceki yazımızda en son yapaylaşmanın, insanın yaşama devam kabiliyetini yok ettiği tükeniş noktasında sistemin çöküşünü hazırladığını ve yeniden var olabilmenin tek şartının insanın kendi hakiki doğasına geri dönüşünden geçtiğini şuurlu bir biçimde algılayacağız demiştik.
Bu uyanış ve farkındalık insan olma vasfını yeniden gün yüzüne ya da bütüncül bilinçte varlığını aşikâr edinceye dek, başka bir deyişle tüm insanlık -cem olarak- temizlenmiş nefsinden öz ruhunu uyandırıncaya, Meryem’den İsa’yı doğuruncaya dek, hür iradelerimiz ile hareket ettiğimizi söylemek güçtür. Bu ütopik görünebilir ancak mikro düzeyde gayret sarf ettiğimiz dönüşümler, makro düzeyde toplumsal kültüre yansımaz ise birbiri ile etkileşimi kaçınılmaz olduğundan sonucu saf olarak deneyimleyemeyiz. Bu bir beden hücre ilişkisi gibidir, zerrenin bütüne, bütünün ise zerreye sirayet edişi gibi düşünülebilir. Simulasyonun ve hipergerçekliğin, hakiki olanın yerini aldığı bir algı düzeninde, artık kişilerin bilişsel -bilinç düzeyindeki- varlıklarının hür iradelerinin komutasında olduğunu söyleyemeyiz. Artık kişi, güdümlü bir kurgu içinde hükmedildiği bir düzenekte, fiillerini kuklayı oynatan bir kuklacının ipleri kontrol etmesi gibi bir eylem biçimi dahilinde gerçekleştirmektedir. Biopolitik düzen içinde artık insanoğlu, simülasyon ile hakiki olanın ayırdını kaybetmiştir. Öyle ki Baudrillard’ın da belirttiği gibi artık simulakrlar hakikatin kendisi olmuştur. Düzenin ve sistemin insanı kuklalaştırdığı, güdümlü ve yapay bir algı mekanizması, tüketim toplumunun yaşam kültürünü inşa etmekte ve yönetmektedir.
Sanat eseri ve sanat belgesi kavramları da tam olarak bu noktada önümüze gelmektedir. Tüketim çağının geldiği noktada artık yaşamın kendisi yani yaşamın biyolojik varlığı politik bir sistem dahilinde araçsallaşmış ve yapaylaşmıştır. Genetik bilim, iletişim ve teknolojinin ulaştığı güç, buna karşın insani boyutta madde dünyanın içine düştüğü ahlaki/etik çöküş, hukukun göreceliği, uluslararası güçler dengesindeki bozulma ve yozlaşma artık bireyin hür iradesini hiçe saymakta, tümüyle yaşamı bir simülasyon haline dönüştürmektedir. İnsanın yapay kopyalarının yapılması, bedenine çip takılması, dokudan embriyo üreterek tekil döllenmenin tasarlandığı bir bilim çağında, madde dünyaya ait gerçeklik simülasyonundan başka bir şey değildir artık. Bu bağlamda, sanat eseri de yaşama ayna tutmak ve yaşama dair sanatçının kendi var olan gerçekliğinden kaynaklananı, izleyiciye sunduğu sanat yapıtlarını oluşturmaktan başka bir düzleme geçmiştir. Burada gerek sanatçının da aynı hipergerçeklik içinde kendi gerçekliğini yitirmesi ve sunulan güdümlü gerçeklikten kaynaklı bir üretim süreci içinde sanatını var etmesi olgusu, gerekse biopolitik ortamda sisteme hizmet eden bir mekanizmanın bir parçası olmasından dolayı teknolojik imkanların sanat üretiminde düşünceyi şekillendiren en belirleyici araca dönüşmesi gibi somut etkenlerin varlığı sanatın doğasını değiştirmiş, dönüştürmüştür. Boris Groys’un “Sanatın Gücü”* adlı eserinde önümüze koyduğu sanat eseri ve sanat belgesi değerlendirmesi tam da bu açıdan baktığımızda yerli yerine oturmaktadır.
Dünyanın önde gelen çağdaş sanat kurumlarından Tate Modern’in, haklı bir ayrıcalıklı kimlik edinmesine sebep olan Tirbune Hall sergi dizisinde, günümüz müze anlayışını somutlayan bir örneklem sunulmaktadır. Artık günümüzde müzeler sanatsal birikimin toplandığı, saklandığı ve belgelendiği kurumlar olmanın ötesine geçmiştir. Bugüne dek sanat eserlerinin sunduğu zamansal/tarihsel deneyimin yerini mekânsal deneyime bıraktığı, sanat izleyicisinin direkt olarak yaşamın imgesi olan sanat eserinden, yaşamın kendisini ortaya koyan sanat belgesi niteliğine dönüşen, izleyicisi ile sanatçı arasında sanatsal deneyim paylaşımına zemin hazırlayan mekan düzenlemelerinin vücut bulduğu yerler haline dönüşmüşlerdir.
İşte bu noktada, Olafur Eliasson’un “The Weather Project” ** ismi altında sunduğu 2003 tarihli sanat projesi ya da Doris Salcedo’nun Shibboleth projesi hipergerçeklik kavramına örnek teşkil eden sanat projeleri olarak binlerce sanat izleyicisine sıradışı deneyimler yaşatmışlardır. Bu tür eserlere dünyanın farklı yerlerinde çeşitli çağdaş sanat etkinliklerinde onlarca örnek vermek mümkündür. Ancak bizim için burada bu örnekleri irdelemekten daha önemli olan, bu hipergerçek deneyimleri yaratan sanat projelerini Disney World ya da Universal Stüdyolarındaki deneyimlerden farklılaştıran ve sanat adına bir ayrıcalık kazandıran olgunun ne olduğu ya da ne olmadığı sorusudur. Sanat yapıtı yerine sanat belgesi niteliğine bürünen yeni sanat üretimi süreci artık sanatın gerçeklikle ilişkisini dönüştürmektedir. Sanat yapıtı, salt kendi öznel içeriğine gönderme yaparken, o sanatın kendisidir ancak sanat belgesi tanım olarak sanat değildir, sanata gönderme yapmaktadır ve böylece artık günümüzde sanat şimdiye ait ve hemen görünebilir değil, daha ziyade yok olan ve saklanmış olan bir olgu niteliği taşımaktadır. Heykel, resim, fotoğraf, video vs gibi görsel sanat eserlerinin yerini alan enstalasyonlar, performanslar, happeningler, mekan düzenlemeleri ve benzeri sanat etkinlikleri ancak sanat belgeleri aracılığı ile zaman içinde sanat izleyicisine ulaşabilmektedir. Dolayısı ile sanatın bu dönüşümü ile evrildiği yeni formu zamansal değil mekânsal bir gerçeklik taşımaktadır.
(Yazımız devam edecektir.)
*Art Power, Boris Groys, 2013 Şubat, 200syf, The MIT Press, ISBN: 9780262518680
** https://www.tate.org.uk/whats-on/tate-modern/exhibition/unilever-series/unilever-series-olafur-eliasson-weather-project-0
*** https://www.tate.org.uk/art/artworks/salcedo-shibboleth-i-p20334
Yorumlar