Âb-ı Hayat

Vech-i Baki

0

Hz. Ali* (r.a.) rivayet etti ki, Resûlullah (s.a.s.) yatağına yatarken şöyle dua ederdi:

“Ey Allah’ım, alnından/nâsiyesinden tuttuğun şeylerin şerrinden kerem sahibi olan zatına/vechine ve tam olan kelimelerine sığınırım. Allah’ım, borcu ve günahı sen giderirsin. Allah’ım, askerin yenilmez, vaadinin aksi yapılmaz ve zenginlik sahibine senden (gelecek azaba karşı) zenginliği fayda vermez. Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim. Sana hamd ederim.”1

Bir insanı diğerinden farklı kılan bir çok huy, ahlak, yetenek, sıfat gibi özellikler olsa da, bu kişide hiçbir hareket/fiil olmadığını düşündüğümüzde onu benzerleriyle ayırt etmemiz yüzüyle yani vechiyledir. Bu bağlamda vecih, bir nevi kişinin sîreta görünmeyen zatını temsilen dış dünyaya akseden sûretidir.

Arapçada vecih; yüz, çehre, görüş, manzara, taraf, cihet, kasıt, niyet, yol, sebep, ön taraf, bir şeyin kendisi, zâtı gibi bir çok anlama gelir.

Vecih kelimesi Kuran-ı Kerim’de de farklı anlamlarda kullanılmıştır. Genellikle vechullah (Allah’ın yüzü), vechu rabbihî (O’nun Rabbinin yüzü), Vechu Rabbike (senin rabbinin yüzü) gibi ifadeler vardır. Müfessirler “Rabbin yüzü” mânasındaki bu ifadeyi müteşâbihattan (mana yönünden birden fazla ihtimal taşıdığından anlaşılmasında güçlük bulunan lafız veya söz) kabul etmiş ve “Allah’ın zâtı, kendisi, varlığı, muradı, rızası, hoşnutluğu ve kıblesi” gibi manalar vermiştir.

Üzerindeki herkes fanidir. Ancak Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi bâkî kalacaktır.(Rahman, 55/25-26)

Efendimizin (s.a.s.) duasında da belirttiği gibi Allah Teala her yaratılanı âdeta perçeminden/nasiyesinden tutmuştur. Yani bize bizden yakındır. Fakat insanlar hayatın akışı içerisinde zaman zaman yönünü kaybetmiş, nereye yöneleceğini, kıblesini, dünyaya gönderilme amacını, neyi neden yaptığına dair niyetini unutmuştur. Dünyanın kesreti içerisinde ibresi sürekli farklı yönleri gösteren bir pusula gibi şaşırıp kalmıştır. Bu arayış içerisinde bizlerin yolunu bulabilmesi için Allah nebiler göndermiş, Kur’an-ı Kerim’de de onların Rableriyle olan bağlarının anlatıldığı kıssalarla ülfet basamakları zikredilmiştir. Hatta çoğumuz Hakk’ın vechini/zâtını arayan Hz. İbrahim’in yıldızları, ayı, güneşi hayranlıkla seyredip onların kaybolduğunu fark edince “lâ uhibbu’l-âfilîn” “ben batanları sevmem” deyişini okumuşuzdur.

Ne vakit ki üzerini gece kapladı bir yıldız gördü “bu imiş rabbim” dedi, derken batıverince “ben öyle batanları sevmem” dedi. Ne vakit ki ayı doğmak üzere iken gördü “bu imiş rabbim” dedi, derken batınca “kasem ederim ki, rabbim beni hidayetine mazhar etmese idi muhakkak şu şaşkın kavimden olacakmışım” dedi. Ne vakit ki güneşi doğmak üzere iken gördü “bu imiş rabbim, bu hepsinden büyük” dedi, o da batınca “ey kavmim: haberiniz olsun ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden beriyim/uzağım dedi.(En’am 76, 77, 78)

Bildiğiniz üzere nebe önemli haber demektir. Bizim gördüğümüz maddi alem dışında, göremediğimiz ve bize gayb olan manevi âlemden önemli haberleri bize ulaştırdıkları için peygamberlere de Nebî denir.

Nebîlerin en büyük görevi insanın yönünü/vechini Allah’ın vechine çevirme görevidir. Allah Teâla vechini/zâtını arayan kullarına kendisine varan yolu peygamberleri vesilesiyle hatırlatıp, göstermiştir. Bizler de Rabbimizin rızasına ulaşmayı, kendisine giden yollarda nebilerin rehberliğinde yürümeyi, bu nebiler ve resuller içinde Hz. Muhammed Mustafâ’ya (s.a.s.) ümmet olabilmeyi niyaz ederiz.

*Ebü’l-Hasen Alî b. Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimî (ö. 40/661) (r.a.);
Efendimiz (s.a.s.), amcası Ebû Tâlib’den Hz. Ali’yi daha beş yaşındayken emanet alıp yetiştirmiştir. Çocuk yaşta iman etmiş, Resulullah’a gönülden bağlanmış ve sohbetinden hiç ayrılmamıştır. Fatıma annemizle nikahlanarak ehli beytten olmuştur. Efendimiz; “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.” buyurarak ona olan teveccühünü göstermiş ve nice büyük nimetlere gark olduğunu beyan etmiştir. Mekke’den Medine’ye hicret ederken içerisinde kendisini öldürmeye gelen müşriklerinde malları olan emanetleri iade görevini Hz. Ali’ye vermiştir. Öldürülmek pahasına da olsa Efendimizin yatağına yatıp uyuması nasıl bir muhabbet, tevekkül ve teslimiyet içerisinde olduğunun göstergesidir.
Katiplik ve vahiy katipliği yapmış, Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere neredeyse bütün gazve ve seriyyelere katılmış, Resûl-i Ekrem’in sancaktarlığı görevlerinde bulunmuş ve büyük kahramanlıklar göstermiştir. Öyle ki şecaat denildiğinde ilk olarak Ali efendimiz akla gelir. Hulefâ-i Râşidîn’in; Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman’dan sonra dördüncü halifesidir.
Hz. Ali (k.v.) zamanında maalesef Müslümanlar arasında iktidar savaşları cereyan etmiş ve kendisinden intikam almak isteyen bir Hâricî tarafından Kûfe’de, sabah namazında zehirli hançerle yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra 19 veya 21 Ramazan 40’ta (26 veya 28 Ocak 661) vefat etmiş ve Kûfe’ye (bugünkü Necef’e) defnedilmiştir.
Efendimizin kelimelerle çizilmiş resmi olan Hilye-i Şeriflerin çoğu Hz. Ali’den nakille yazılmıştır. Allah ondan râzı olsun.

1 Ebû Dâvûd, Edeb, 107; V, 301, No:5052

fatma yıldız
Sayılmayız parmağ ile Tükenmeyiz kırmağ ile Taşramızdan sormağ ile Kimse bilmez ahvalimiz. Erenlerin çoktur yolu, Cümlesine dedik beli; Gören bizi sanır deli, Usludan yeğdir delimiz Tevhid eden deli olmaz Allah deyen mahrum kalmaz Her seher açılır solmaz Bahara erer gülümüz.

    Ağaç Halkaları, Yüz Çizgileri

    Önceki içerik

    Üşüyorum

    Sonraki içerik

    Yorumlar

    Yorum Yaz

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir