Âb-ı Hayat

Yakîn

0

Geçtiğimiz günlerde duyduğumuz bir haberle sevindik. Unesco (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) Süleyman Çelebi’yi, anma ve kutlama yıl dönümü programına dahil etti. Süleyman Çelebi, vefatının 600. yıl dönümü olan 2022 yılında bir anma programı ile anılacak.

İnsan istiyor ki sevdiğini tüm dünya duysun ve sevsin. Tıpkı Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necat’ında Efendimiz’e olan derin sevgi, muhabbet ve hürmetini tüm dünyaya duyurmak istemesi gibi. Öyle bir şaheser bırakmış ki, 600 küsur yıldır, onun itinayla dokuduğu eserinde nice kişiler iki cihan serveri Efendimiz (s.a.s.) ile tanışmakta, muhabbet tazelemektedir.

Geldik mi Taşlıcalı Yahya Efendi’nin sözüne:

Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihân
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa

Klasik şiirimizde mana kuvveti kadar şiirdeki sanata ve estetiğe de önem verilir. Gerek mana gerekse ifadeden birinin zayıf kalması şiirin usta bir sanatkârın elinden çıkmadığını gösterir.

Bu noktada gelin, Vesiletü’n-Necat‘ın hangi beytinde kalmıştık bir hatırlayalım:

Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
Çok alametler belirdi gelmedin

Süleyman Çelebi kelimelerini özenle seçmiş, ağdalı bir dil kullanmak yerine sözlüğe gerek duyulmaksızın anlatmak istediği nüktenin, kişiler tarafından zorlanılmadan anlaşılmasını istemiştir.

Şimdi, yukarıdaki beyitte geçen “yakîn” kelimesine bir büyüteç tutalım ve Süleyman Çelebi’nin anlatımında dil sanatını nasıl kullandığını biraz daha ‘yakın’dan görelim.

“Yakîn” kelimesi Arapça kökenli bir kelime olmakla beraber, “bir şeyi şüphesiz olarak tam ve doğru şekilde bilme, kesin ve sağlam bilgi” anlamını ifade eder.

Yakînin yani bu sağlam ve kesin bilginin ise 3 çeşidi vardır. Bir şeyi öğrenme yoluyla bilmek ilme’l-yakîndir. Örneğin dağ diye bir şeyin var olduğunu kitaptan okuyarak bilmek gibi. Dağa yaklaşıp onu kendi gözlerimizle temaşa ettiğimizde bu ayne’l-yakîndir. Dağa tırmandığımızda ve onun üstünde olduğumuzda artık hiç şüphe kalmayacak şekilde o dağ ile ilgili kesin bilgi sahibi olmuşuzdur ve bu da hakke’l-yakîn olarak nitelendirilir. Yani bir bilgideki derinliğin dereceleri -onu bilmek, görmek ve olmak hususlarıyla- bir tamlık ve tamamlanma sürecidir. Bu bilgilenme süreci tamamlanırken hakkında bilgi edindiğimiz şey ile aramızdaki uzaklık azalır; böylece o şey insan zihnine yakınlaştırılır. Bu da yakîn ve yakın kelimelerinin arasındaki anlam benzerliğine bizlerin dikkatini çeker. Her ne kadar aynı kökten türemeseler de hem ses olarak hem de mesafe olarak uzak olmamayı bizlere çağrıştıran iki kelimedir yakın ve yakîn.

Metine geri döndüğümüzde “yakîn” vurgusundan anlıyoruz ki Efendimiz’in gelmesi yakınlaştı. “Yakın”  kelimesinin sözlükteki pek çok anlamlarından biri de “arada az zaman bulunan, zaman bakımından uzak olmayan“dır. Yani diyebilir miyiz Efendimiz’in gelmesi zaman bakımından yakınlaştı? Evet, diyebiliriz.

Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayet-i kerimesinde Efendimiz’in dünyaya teşrif edeceğine dair haberlerin kutsal kitaplarda da yazıldığı bildirilmektedir. Ve bu şekilde Efendimiz’e gönül yoluyla tâbi olan, ümmeti olmak isteyen pek çok Yahudi aliminin olduğu yine kaynaklarda geçmektedir. Şimdi bahsi geçen bu ayet-i kerîmelere tekrar dikkatlice bakalım.

Onlar yanlarında ki Tevrat ve İncil’de (isim ve sıfatlarını) yazılı buldukları O Resûl’e O ümmî peygambere tâbi olurlar” (Araf 7, 157)

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, O’nu kendi evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen şüphesiz onlardan bir fırka, bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara 2, 146)

Hatta ve hatta Resulullah Efendimiz ile beraber sahabe-i kiram efendilerimizin de bu kutsal kitaplarda alâmetlerinin geçtiği şu şekilde ifade edilmiştir:

“Muhammed Allah’ın Resûlüdür. Onun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine karşı merhametlilerdir. Onları rükua varırken secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların alameti yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. İşte bu onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’de ise şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, çiftçilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir. Allah, iman edip salih amel işleyenlere, mağfiret ve büyük bir ecir va’detmiştir.” (Fetih 48, 29)

Hz. Ebu Bekir döneminde Müslüman olan ve Benî İsrail’e dair rivayetleriyle tanınan Ka’b el-Ahbar’a, Abdullah bin Abbas bir soru sormuştu: “Tevrat’ta Resulullah’ın vasıfları nasıl anlatılır?” Hz. Kâ’b şöyle cevapladı:

“O’nun vasıfları hakkında Tevrat’ta şunlar yazılıdır:
Muhammed bin Abdullah Mekke’de doğacak, Tâbe’ye (Medine) hicret edecek, Şam’a hakim olacaktır. Kendisi ne kötü söz söyler ne de çarşılarda yüksek sesle konuşur. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez bilakis affeder ve bağışlar. Ümmeti de bollukta, darlıkta ve her yerde Allah’a hamd eder. O’nu yüceltirler. Bellerine îzar bağlarlar. Kollarını yıkarlar (abdest alırlar). Savaşta saf oldukları gibi namazlarında da saf tutarlar. Mescidlerinden arı uğultusu gibi (Kur’an ve zikir) sesler gelir. Ezan sesleri âfâkı doldurur.” (Dârimî, Mukaddime, 2)1

“Savaşta saf oldukları gibi namazlarında da saf tutarlar” deyince, Aliya İzzetbegoviç’in, Doğu Batı Arasında İslam isimli kitabında “İslam’ın Beş Şartı’nın Düalizmi” başlığı altında namazdan bahsederken yazdığı bir mesele geldi aklıma:

“Kadisiye Muharebesi arefesinde Pers ordusunun gözcüsü uzakta Müslüman savaşçıların hep birlikte sabah namazı kıldığını fark edince, komutanına şöyle haber vermiştir: ‘Müslüman ordusu şu an askeri tatbikatta’ “

Yazımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz.

1- Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa.

Kara Ayşe Teyzenin Hikayesidir

Önceki içerik

Alışverişin Neresindeyim?

Sonraki içerik

Yorumlar

Yorum Yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir