Gazze için ne yapılabilir sorusu, her müminin yüreğinde yankılanması gereken bir sorudur. Ancak bu soruya verilen cevap, sadece hissî bir tepkiyle sınırlı kalmamalı. Dua etmek, asla küçümsenecek bir şey değildir. Fakat dua bir teslimiyet olduğu kadar bir yöneliştir de. Yani sadece elleri değil, hayatı da dua kıvamına getirmek gerekir. Öyleyse bu meseleye sadece “dua ettim” diyerek pasif bir yerden değil, dua ile eylemin yan yana durduğu bir bilinçle yaklaşmalıyız.
Bu bilinç, bir stratejik direniş biçimine dönüşmeli. Yani bir anlık duygusal tepkiden değil, uzun soluklu bir yaşam biçiminden söz ediyoruz. Boykot da bu yaşam biçiminin bir parçası. Ama mesele sadece “şu ürünü almayalım”la sınırlı değil. Bu duruş, siyonizmi doğrudan ya da dolaylı destekleyen herkese ve her şeye karşı bir mesafe koymayı gerektirir. Kimi zaman bu bir ürünü almamak olur, kimi zaman da o ürünün reklamına denk geldiğinde kanalı değiştirmek, bulunduğun ortamda buna karşı çıkmak olur. Bu nefret, sadece tepkisel değil, imanî bir bilinçle şekillenen ahlaki bir duruştur.
Boykot sadece alışveriş meselesi değil; bir bilinçtir, bir yaşam tercihidir. Tüketim davranışlarımızdan medya alışkanlıklarımıza, kullandığımız dijital platformlardan izlediğimiz içeriklere kadar her yerde bu duruşu korumak gerekir. Kendimizle çelişmemek, bu yolculuğun en temel sorumluluğudur.
Bu sebeple bu meseleyi bir “kampanya” gibi görmek değil, bir ibadet gibi düşünmek gerekir. Gazze’de olanlar, bizden uzak bir coğrafyada gerçekleşen olaylar değil; bizim imanımızın sınandığı bir zemin. Ve bu zeminde mümin şunu sormalı:
“Sen bu durum karşısında ne yaptın?”
“Elinde ne vardı, onunla ne yaptın?”
“Tükettiklerin, izlediklerin, alkışladıkların bu duruşla tutarlı mı?”
Ve en önemlisi: “Gazze senin neyindir?”
Çünkü bu soru sadece politik değil, ahlakî bir sorudur. Cevabı da hayatımızın her alanına sirayet etmelidir.
Gazze konusunda ne yapılması gerektiği kadar, nelerin yapılmaması gerektiği de çok önemlidir. Zira bazen iyi niyetle atılan adımlar, farkında olunmadan zarara dönüşebilir. Bu nedenle duyguların değil, basiretin rehberlik ettiği bir çizgide yürümek gerekir.
Her şeyden önce, sadece öfkeye dayalı reflekslerle hareket etmek, “bir şey yapıyorum” hissi yaşatabilir ama çoğu zaman sonuçsuz, bazen de zarar verici olur. Bu tür eylemler, hızla tüketilir, ardından yorgunluk ve yılgınlık getirir. İstikrarlı bir direniş ruhu yerine, gelip geçici bir heyecana dönüşür.
Gazze bizim iman meselemizse, bu mesele üzerinden ümmeti birbirine düşürmek, meseleye en büyük ihanettir. Bu tür kavgalar, meseleyi özünden saptırır.
Riyakâr ve gösterişçi tavırlar da bir başka sorun alanıdır. Vicdan reklamına dönüşen paylaşımlar, farkındalık üretmekten çok kişisel imaj inşasına hizmet eder. Bu da insanı içten içe çürütür. Çünkü samimiyetin olmadığı yerde hayır da kalmaz.
Bir diğer tehlike, bu yaşananların siyasi bir araca dönüştürülmesidir. Gazze’deki zulmün iç siyasette malzeme hâline getirilmesi, bu kutsal direnişi araçsallaştırır ve hakikat ekseninden koparır. Bu, artık bir Filistin meselesi değil, bir propaganda aracına dönüşmüş demektir.
Tüm bunların temelinde ise ortak bir kırılma noktası vardır: ahiret perspektifinin kaybı. İnsanlar sabırsızlaşıyor, hemen sonuç istiyor. “Neden Allah yardım etmiyor?” sorusu dillere düşüyor. Hâlbuki mücadele uzun bir yürüyüştür. Her hakikat, hemen meyvesini vermez. Müminin görevi sonucu görmek değil; safını doğru belirlemek ve orada sabırla kalmaktır.
Öte yandan bir gerçek daha var: Bir meseleyi ne kadar fazla gündemde tutarsan, o kadar büyütürsün. Dikkatli olunmazsa, Yahudi’nin, yani şeytanî düzenin tam da istediği yere çekilmiş olursun. Sürekli aynı sahneleri izletmek, aynı öfkeyi canlı tutmak, insanlarda bir tür ruhsal tükenme ve çaresizlik üretir. Bu öfkeyi sürekli diri tutarak insanları galeyana getirmeye çalışanlar “Hadi saldırın, neden bir şey yapılmıyor?” gibi sorularla iç kutuplaşma yaratıyorlar.
Bu davranışlar eğer bilinçsizce yapılmıyorsa, çok büyük bir hainlik içeriyor olabilir. Çünkü insanın duygusunu kullanmak, onun çaresizliğinden faydalanmak, sadece zalimin değil, şeytanın işidir.
Sonuç olarak, niyetimiz ne olursa olsun, yöntemimiz yanlışsa faydadan çok zarar veririz. Bazen susmak, geri çekilmek, sabretmek, izlemek ve zamanı gelince konuşmak; bağırmaktan daha etkili, daha yerli yerindedir. Mesele, tepki göstermek değil, bilinçle yön bulmaktır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı hz. buyurduğu gibi;
Hak şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Ârif anı seyr eyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Bu söz, sadece bir teselli değil; derin bir imanî teslimiyetin ifadesidir. Olayları anlamlandıramadığımız, kalbimizin daraldığı, zihnimizin karıştığı her anda bize şunu hatırlatır: Biz göremesek de Allah bilir, biz anlamasak da O hikmetle takdir eder.
Hazırlayan: Şükran Kıyga

Herhangi bir edebi metinden öte bir terapi yazısı niteliğinde. Üstelik ağrı kesici verip uyuşturan değil de cerrahi müdahalede bulunan türden.