“İşte bunlar, senin sabredemediğin şeylerin iç yüzüdür.”
(Kehf, 18/82)
“Yoksa siz, sizden öncekilerin başlarına gelenler başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, sonunda peygamberleri ve onunla beraber iman edenler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ dediler. Bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.”
(Bakara, 2/214)
Biz bu dünyayı çok sevdik. O kadar ki, adeta buraya yerleşmek, burada kalıcı olmak istedik. Geçici olanı kalıcı saydık. Çocukların okul ve meslek tercihleri gibi meseleler bu çağın müminlerinin de temel gündem maddesi. Hatta bazı aileler için bu meseleler bir iman meselesi kadar öncelikli hâle geldi.
Oysa dünya bir imtihan sahasıydı. Ama biz onu asıl hedef gibi yaşamaya başladık. Hedefimiz konfor oldu. Huzuru, güveni, başarıyı bu dünyada arar olduk. Bu yüzden de hayatın içinde olup biten her şey bizim istediğimiz gibi şekilde olmalıymış gibi davrandık. Her musibet, her aksaklık, her gecikme bize fazla gelmeye başladı. Olanı biteni kabullenemez olduk. Sabırla izlemeyi, hikmetini sorgusuzca Allah’a havale etmeyi, ilahi plana güvenmeyi unuttuk.
Biz her şeye zahiren baktık. Bir olayda kim galip, kim ezildi, kim zenginleşti, kim kaybetti, kim kazandı, biz buna göre yorum yaptık. Oysa asıl kazanç ve asıl kayıp, bu dünyada değildi.
Bu kopuşun başka bir yüzü daha var. Şeytan, sadece fısıltıyla değil, sistem kurarak, yönlendirme yaparak ve zihinleri işgal ederek çalışıyor. Bugün bu sistemin dünyevileşmiş versiyonları, medya dilinden eğitim politikalarına kadar hayatın her alanında etkili. Kimliksiz, köksüz, hedefsiz insanlar üretmeye devam ediyorlar. Bu süreçte kendine “Yahudi” kimliğini kuşanmış bazı topluluklar, tarih boyunca ifsadın sembolü haline gelmiş, zulmü hem maddi hem manevi olarak örgütlemişlerdir. Bu bir kavmin kimliğinden değil, misyonundan kaynaklanır. Çünkü Kur’an-ı Kerim de bu misyonu hatırlatır: bozgunculuğu yeryüzünde yaymak, hakkı gizlemek, doğruyu eğip bükmek.
İşte bu yüzden olaylara sadece ekonomi, siyaset ya da sosyal düzen üzerinden bakarsak; asıl olanı ıskalarız. Müminin bakışı geniştir, derindir, sabırlıdır. Görünenin arkasındaki gayeyi gözetir. “Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara 216)
Gazze’de yaşanan zulüm, vicdanı olan her insanı derinden etkiliyor. Irkı, dini ya da ideolojisi ne olursa olsun, kalbi taşlaşmamış herkes bu görüntülere öfke duyuyor, acı hissediyor. Müminler olarak bizler de bu acının içindeyiz. Üzülüyoruz, öfkeleniyoruz ve doğal olarak içimizde şu soru uyanıyor: “Ben bu zulüm karşısında ne yapabilirim?”
Ancak mesele sadece üzülmek ya da öfkelenmek değil. Asıl mesele, bu duygunun nasıl yönlendirileceği. Sosyal medyada her gün önümüze düşen görüntüler, yıkık binalar, parçalanmış bedenler, çaresiz çocuklar… İnsan olanı yakıp kavuran bu sahneler, bir yandan öfkeyi kamçılarken bir yandan da psikolojik bir yıkıma zemin hazırlıyor. Bu sürekli maruz kalma hali, birçok kişide depresyon, kaygı bozukluğu, umutsuzluk ve duygusal tükenmişlik gibi sorunlara dönüşüyor.
Ve belki de tam burada asıl meseleyle yüzleşiyoruz. Çünkü bu durum, sadece bir katliam değil. Bir kurgu. Bir medya planı. Bir duygu mühendisliği. Şeytani bir strateji. Zaten amaç sadece öldürmek olsaydı, bunu bir biçimde çok daha kolay yaparlardı. Ama onlar bunu parça parça, gün gün, damla damla yapıyor. Bize izlettirerek yapıyor. Bizim zihnimize, gönlümüze, hatta rüyalarımıza kadar girerek bir çaresizlik hissi üretmek istiyorlar. Çünkü asıl hedef insanı öldürmek değil, insanlığı çürütmek.
Bu sistemli işleyişin arkasında, sadece siyasi çıkarlar değil, şeytani bir akıl var. Yahudi ismini bir soy değil, bir misyon olarak aldığımızda (ki Kur’an-ı Kerim de bunu bu yönüyle zikreder) karşımıza şu çıkar: Hakkı gizlemek, insanlığı ifsat etmek, merhameti unutturmak ve direnci kırmak. Gazze bu planın bir parçası. Ama tek parçası değil. Dünya üzerinde başka coğrafyalarda da zulümler oluyor; ama bize ne gösteriliyorsa ona üzülüyor, ne saklanıyorsa ondan habersiz kalıyoruz. Çünkü medya bir yönlendirme aracıdır, bir dikkat dağıtma makinesidir.
Tıpkı Suriye’deki Esed zulmü gibi. Orada da binlerce insan hayatını kaybetti; ancak biz bu zulmü neredeyse hiç görmedik. Çünkü bize göstermediler. Belki o dönem, o karanlık aklın kendini henüz açıkça ortaya koymak için uygun bulmadığı bir zaman dilimiydi. Ama artık öyle değil. Artık neyi varsa, neyi yoksa açıkça sergilemeyi tercih ediyor. Gazze bu niyetin en çıplak hâli.
Bu nedenle Gazze’yi izlerken sadece ağlamamalıyız. Bu acının bize neyi anlatmak istediğine, bizi nereye çağırdığına kulak vermeliyiz. Olaylara sadece politik, coğrafi ya da ekonomik gözle değil; ümmet perspektifiyle, ilahi bakışla ve derin bir farkındalıkla yaklaşmalıyız. Çünkü burada mesele sadece Gazze değil; tüm insanlığın kolektif bilinciyle oynanıyor.
Şeytan bir plan yaptı. Yapıyor. Ve maalesef biz, onun bu planına bilerek ya da bilmeyerek dahil olabiliyoruz. Öyleyse bu farkındalığı oluşturmak, öfkeyi şuurlu bir duruşa çevirmek ve medya düzeninin psikolojik savaşına teslim olmamak zorundayız.
Ne yapmalıyız bahsine ise bir sonraki yazımızda değineceğiz.
Şükran Kıyga

Öyle bir zamanda geldi ki yazınız… insan çaresizlikten çıldıracak gibi oluyor bazen. Dediğiniz gibi izledikçe insan umutsuzluğa çaresizliğe düşüyor. Yayınlanan görüntüler akıl alır gibi değil. Hiç söylediğiniz gibi düşünmemiştim, insanlığın kolektif bilinciyle oynamak. Sanki ışıkları açtınız ve “Düşman orda, üzülmeyi bırak da onunla savaşmak için hedefine odaklan!” dediniz. Bir sonraki yazıyı sabırla bekliyorum!