Anadolu’da kurulan ikinci ve en uzun soluklu Müslüman Türk Devleti Osmanlı Devletidir. Bir beylik olarak geldiği Anadolu’dan; kanadının birini batıya yani Balkanlara, diğerini de doğuya açarak, adaletin ve medeniyetin öncüsü olduğu devirlerde, kuzeye ve güneye de hükmetmesi kaçınılmaz olmuştur. Böylece bir cihan imparatorluğu olarak dünyada altı asırdan fazla adalet ve medeniyetin temsilciliğini yapmıştır. Fakat canlı veya cansız her şeyin başına gelen ihtiyarlama ve çöküş bizim devletimizin de kaçınılmaz bir şekilde başına gelmiştir.
Osmanlı’nın yükselişini sürdürdüğü asırlarda, titrettiğimiz İslam düşmanı devletlerin; gittikçe eski gücünü kaybeden Osmanlı’nın başına adeta çakal sürüsü gibi toplanıp üşüşmesi ile içerisinde bulunulan gerileme ve çöküş dönemi hızlanmıştır. Böylece 1923’te kaybettiğimiz topraklardan geriye kalan Anadolu’da, Osmanlı’nın varisi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile bir devlet tarih sahnesinden kaybolmuştur.
Fakat, Osmanlı Devleti bütün devletlerden çok farklı ve imtiyazlı bir şekilde tarih sahnesinde hem vardır hem yoktur. Nasıl mı? Tarihte hiçbir devlete nasip olmayan bir devlet ruhunu yani Osmanlı Ruhunu hüküm sürdüğü altı asırda oluşturmuş ve hükmettiği coğrafyalarda o ruhu yaşatacak birilerini bırakarak Anadolu’ya çekilmiş bir devlettir. Osmanlı’nın yetimleri olarak Rumeli şehirlerinde yüz yıllık bir yalnızlığa, baskıya ve zulme rağmen kendilerine miras kalan Osmanlı ruhunu kaybetmeden, yozlaşmadan bizim için saklamış insanların varlığı bunun en büyük delilidir.
Bendeniz, bu medeniyet araştırmaları çalışmalarına başlamama vesile olan şahsî tezimi de yeri gelmişken burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Herkesin evinde kendi yoğurdunu kendisinin yaptığı zamanlarda annelerimiz sütü kaynatıp tam mayalayacakken evde yoğurdu mayalayacak maya kalmadığını gördüklerinde elimize küçük bir kâse verip komşuya maya almaya gönderirlerdi. İşte Rumeli’de Osmanlı bakiyesi olan; Müslüman Türk, Arnavut, Boşnak akraba topluluklarımız Anadolu insanının yeniden aslına kavuşması için gereken bu mayayı bizim için saklamışlardır. Yapmamız gereken en büyük vazife bu mayayı alarak aslımıza dönüş için kullanmaktır.
Sümbül Sokak sakinleri ile Rumeli’de geride bıraktığımız Osmanlı medeniyetinin, ruhunun güzelliklerini ve izlerini adım adım birlikte sürmek istiyoruz. İnsanın dünyada başına gelebilecek en büyük musibetlerden biri de hiç şüphesiz gaflet uykusudur. Bir asırdır bu uykuya mahkûm edilmiş milletimizi, bu gaflet gömleğinden sıyırmak için hep birlikte çalışmak, medeniyetimizin güzelliklerini hep birlikte keşfetmek istiyoruz. Millet olarak kaybedecek bir saniyemizin bile kalmadığının, küresel bir köy hâline gelen dünyaya aynı anda yayılan tüm şerlerin en yakın çevremize hatta hanemize ulaşmış olması ile farkına varıyoruz.
Bizler büyük bir medeniyetin varisleri olarak büyük bir sorumluluğa da varisiz. Bu sorumluluğumuzu bir nebze olsun yerine getirebilmek için zaman zaman; İslam ve Osmanlı Medeniyetinin izlerini taşıyan şehirlerde mimarî eserleri tanımak için seyahate çıkacak, kimi zaman ruhumuzu ve fikirlerimizi besleyen kitapları tanıyacak, kimi zaman da tarihi kişilikleri, sûfileri, âlimleri tanımaya gayret edeceğiz. Böylece nasıl bir medeniyet mirasına sahip olduğumuzu, belki buzdağının görünen kısmını görmeye gayret ederek idrak etmeye çalışacağız. Öncelikle bizatihi kendimiz idrak etmeye gayret etmeli, sonrasında bu idrakin en yakın çevremizden başlayarak halka halka topluma yayılması için gayret etmeliyiz.
Bugün adım adım Rumeli’yi gezdiğimiz her yerde geride kalan Müslüman ve Hristiyan milletlerden duyduğumuz en önemli, en sarsıcı cümle: “Osmanlı buradan gitti, huzur bitti!” oluyor. Abartıyorlar mı ya da abartıyor muyuz? O halde son yüzyılda Osmanlı yönetiminin çekildiği tüm coğrafyalara özellikle Balkanlara bir bakalım. Zulümden, vahşetten, baskıdan başka bir şey görebilen var mı? Bu zulmü ve vahşeti anlatmak için yazılan birçok eserden biri de Tarihçe-i Vak’a-i Zağra isimli kitaptır. Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış ve günümüzde Bulgaristan sınırları içinde kalan Eski Zağra şehrinin müftüsü Hüseyin Râci Efendi, tarih kitaplarında 93 harbi diye meşhur olmuş Osmanlı-Rus Savaşı’nda, görev yaptığı şehirde bizzat şahit olduğu Rus zulmünü anlattığı kitabına şu beyt ile başlar:
Azîz-i kavm idik a’dâ zelîl kıldı bizi
Esîr-i bend-i belâ vü sefîl kıldı bizi
Milletlerin azîzi, en yükseği idik ama düşman bizi aşağılayıp belâlara esir etti ve sefil hâle getirdi, der. Bizi milletlerin azizi yapan İslam dininin güzellikleridir. Osmanlı’yı da Osmanlı yapan bu güzel dine olan inançları ve bu inançla gelen güzelliği ayaklarını bastıkları her yere taşımalarıdır. Bizler millet olarak kodlarımızda var olan bu güzellikleri yani faziletleri tekrar hayatımıza geri kazandırdığımız zaman yeniden aziz-i kavm olmamız kaçınılmazdır.
Gayret bizden, tevfik (başarı) Allah’tandır.
Böyle çalışmalar görmek çok güzel, ümitlendirici.. Devamını dilerim