Anadolu’da gönlü ellerine uzanan kimseler düşünün. Bazen bir anne, bazen genç bir kız, bazen de yeni bir gelin… Elindeki iplikleri tek tek ahşap bir dokuma tezgahında her bir ilmeği binbir emekle dokuyor. İp tiftiklendikçe ellerini önceden hazırladığı lavanta suyuna batırıyor. Ve dualarla, sevdalarla belki de heyecanla atıyor düğümlerini.
Günler süren dokumanın sonunda kilim, halı, duvar halısı veya sıcacık bir hırka meydana geliyor. Kim bilir kimlere ulaşıp gönlüne yer edecek; kimler üzerine giyip mis kokusunu içerisine çekecek. Öylesine sahici, öylesine cana yakın… Niyedir peki bu sahilik? Anlatmaya söz yetmez ya, biz burada bize düşen kısmına değinelim; işin en başına dönelim. Bu emekleri rengarenk kılan ipliklerin boya kaynaklarına.
Kökboya (Rubia tinctorum L.) bunun neresinde diyecek olursak kelimenin tam anlamıyla yüreğinde diyebiliriz.
İnsanoğlu yazıp çizdikçe, ürettikçe haliyle boyaya, renge ihtiyaç duyuyor ve tam da bu anda yine imdadımıza bitkiler yetişiyor. Ve kökboya bu yüzlerce bitkiden sadece bir tanesi. Çeşitli bölgelerde bostan otu, kızıl kök, boya kökü, çöp boyası gibi isimleri mevcut. Kökboyanın isminden de anlaşılacağı gibi bitkinin kök kısmı olarak tarif edilen esmer kırmızı renkli toprakaltı sürgünlerinden canlı bir kırmızı renk elde ediliyor. Bitkinin bu rengi vermesini sağlayan boyar maddeler ise bitkinin sürgünlerinde bulunan alizarin, purpurin ve pseudopurpurin gibi maddelerdir. Böylelikle kökboya bitkisi kırmızı renginin albenisiyle birçok sosyal alanda kullanılmaya başlanılıyor.
Bu bitkinin tarihi insanlar tarafından aktif bir şekilde kullanılmış olması sebebiyle çok eski çağlara dayanıyor. Mağaralara çizilen resimlerden tutun da, sayısını bilemediğimiz kadar tablonun içerisinde olan, pek çok sarayın boyanmasında kullanılan son derece iç içe olduğumuz bir bitki.
Anadolu’da ise anlamı daha da bir başka… Başta bayrağımızın dokuma kumaşı olmak üzere, Türk kültüründen dünyaya yayılan bu boya dünyada “Türk kırmızısı“ adıyla bilinmektedir.
Kültürümüzde yer etmiş ve her görene Anadolu’yu hatırlatan halı kilim dokumalarına renk katmıştır bu bitki. Osmanlı’da sancaklar bu bitkiyle boyanır, kaftanların canlı kırmızı rengi de kök boyadan elde edilirmiş.
Anavatanı Anadolu olup Kafkaslar, Orta Asya, Himalayalar gibi çok çeşitli coğrafyalarda yetişiyor. Çünkü hem toprağa hem de hava koşullarına uyum sağlayabilen bu bitki yabani olarak yetişebiliyor ve böylelikle geniş bir yayılım gösteriyor.
Tıbbi olarak pek göz önünde olmasa da idrar ve safra artırıcı olduğu; bu kökleri kullananın idrarı kırmızıya boyadığı bilinir. İbn Sina’nın bildirdiğine göre sirke ile birlikte uyuz üzerine uygulandığında yaraları temizlemektedir.
Tabi endüstriyel üretimin ve teknolojinin farklı boyutlara gelmesiyle artık topraktan beslenip büyüttüğümüz bu değerler yerini sentetik üretime bırakır hale geldi. Neyse ki onun da farkına vardık da, birçok kanserojen ve hava kirliliğine sebep olan, çeşitli hastalıkları tetikleyen kimyasallarla boyandığımız gerçeğini yavaş yavaş anlıyoruz.
Geçmişten bu yana aktarılan öğretilerde bitkinin sadece bedene değil hislere de etki ettiğini biliyoruz. Ve böylece tek bir parçaya değil bütüne tesir ettiğini görüyoruz. Özellikle bu gibi bitkilerle, doğal bir şekilde boyanan kumaşların insan sağlığı ve bedeniyle uyum sağladığı biliniyor. Ve bitkinin antiseptik, antibakteriyel etkilerinin yanısıra bitkiden insana geçen yaşamsal enerjinin de devam ettiği görülüyor.
Bunun önemini vurgulamamızın sebebi ise varoluş itibarıyla yediğimiz, içtiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz ve de giydiğimiz ile bağı olan, bunlardan etkilenen ve bunları etkileyen varlıklar olduğumuz gerçeğidir.
Bizimle olanın bizimle kalması, talebimiz ve gayretimiz doğrultusunda olacaktır. Bu bazen kök boya ile görünür gözümüze bazen de Türk kırmızısı ile. Yeter ki sahip çıkalım.
El emeği göz nuru🌹
Türk Kırmızısı’ na vuruldum.
[…] NEVRESTE Sümbül […]