Kültürel

Mescid-i Nebevî

0

Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) “Beni ölümümden sonra ziyaret eden, sanki hayatımda ziyaret etmiş gibi olur.” müjdesini verdiği Mescid-i Nebevi’ye dair her Müslümanın zihninde ve kalbinde bir fotoğraf mevcuttur.

Her Müslüman bu fotoğraftaki Yeşil Kubbe’ye, minarelere, avlusunu dolduran şemsiyelere, beyaz sütunlara ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) “Benim kabrim ile minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” buyurduğu Ravza-i Mutahhara’ya özlem çeker. Ziyaret etmek nasip olsa da olmasa da bu hasret daimîdir.

Bu yazıda Mescid-i Nebevî’ye dair ulaşılması kolay ayrıntıları, tarih boyunca İslam devletlerinin bilhassa Osmanlı sultanlarının buraya gösterdikleri özeni, caminin genişliğini ve ihtişamını anlatabilirim.

Bir milyon kişiye yakın cemaat kapasitesine,

İhtiyaç olunca açılabilen yirmi yedi hareketli kubbeye,

Yüz dört metre yüksekliğindeki minarelerine, bu minarelerin üstündeki altın kaplama hilal şeklindeki alemlerine dikkat çekebilirim.

Yüz bin metrekareyi kaplayan mescidi çepeçevre saran ve sayısı seksen bir olan kapılardan,

iki bin dört yüzden fazla mermer sütundan, beş metre çapındaki altmış sekiz avizeden, Türk hattatların göz nuru hüsnü hat tablolarından bahsedebilirim.

Ya da bunların yerine oraya hasretimizi ve muhabbetimizi tazeleyecek bazı hatıraları nakletsem, ne dersiniz?

Kubbe-i Hadra’nın anlamının Yeşil Kubbe demek olduğunu ve bu kubbenin Sultan İkinci Mahmud tarafından yaptırıldığını, Resulullah’ın (s.a.s.) ruhaniyetine hürmeten inşaatın dünya kelâmı edilmeden, çekiçlerin ve keskilerin keçeyle sarılarak sessizce tamamlandığını anlatsam…
Bundan yaklaşık yüz yıl sonra Hicaz’a giden demiryolu Medine’ye yaklaşırken tren ses çıkarmadan huzura varsın diye rayların gülsuyuna bandırılmış keçeyle kaplandığını söylesem kalbiniz çarpmaz mı sizin?

Kalbimi titreten başka güzellikler de var size anlatmak istediğim.

Ashab-ı Suffa mesela…
Bu kubbenin altında bir zamanlar, Medine’de Peygamber Efendimiz’ in (s.a.s.) ashabı ile elele kerpiç taşıyarak yükselttiği ilk Mescid-i Nebî’nin hemen yanında, üzeri hurma yaprakları ile gölgelenmiş etrafı açık bir seki vardı. Buraya suffa mektebi denirdi. Ailesi olmayan, bekar ve yoksul sahabe burada barınır, ilim tahsil eder, Efendimiz’in sohbetinde bulunurdu. Onlar Ashab-ı Suffa adıyla bilinirdi. Efendimiz’in (s.a.s.) rahlesinin önünde diz kırmış, buyurduğu sevgi ve ikrama mazhar olmuş, “omuzlarına kuş konmuş da kıpırdarsa kaçacakmış gibi nefessiz,” * Peygamber’in dizinin dibinde, her halini, her sözünü kaydedip, öğrendiklerini ve gördüklerini dilden dile naklederek sünnetin kaydedilmesine, hal ve hareketlerinde Resulullah’a (s.a.s.) benzemeye çalışarak muhabbetin yayılmasına kaynak olmuşlardı.

Peki siz kuru bir ağacın ağladığını hiç duymuş muydunuz? Efendimiz’in (s.a.s.) ashabı buna şahit olmuştu biliyor musunuz?

Allah Resûlü (s.a.s.) ilk zamanlar hutbe okurken bir hurma kütüğüne dayanıyordu. Bir süre sonra üç basamaklı bir minber yapıldı.

Efendimiz (s.a.s.) minbere çıkınca bu hurma kütüğünün doğum yapan bir deve gibi feryâd ettiği mecliste bulunan ashab tarafından işitilmişti. Resulullah’ın (s.a.s.) hasretine dayanamayarak ağlayan bu hurma kütüğünün kıyamet gününde dirilmesi için insan gibi toprağa verildiği hadislerde anlatılır. Belki bunu anlamamız, orada bu hayretle bulunmamıza, O’na olan muhabbetimizi ve hasretimizi artırmak için hurma kütüğünün aşkından niyaz etmemize vesile olur.

Bugün Resûlullah’ın minberinin olduğu yerde bulunan işlemeli ve kubbeli mermer minber Sultan Üçüncü Murad tarafından gönderilmiş.
Kendilerini “Hâdimü’l-Haremeyn” olarak gören Osmanlı padişahları, son güne kadar Mescid-i Nebevî ve Hücre-i Saâdetin imarı ile yakından ilgilenmişler.

Yavuz Sultan Selim 1516 Mercidâbık Zaferinden sonra mukaddes topraklarda kılınan cuma namazı esnasında kendisinden “Hâkimü’l-Haremeyn” diye bahseden hatibe “ Hâdimü’l-Haremeyn” yani mukaddes beldelerin hizmetçisi demesi için müdahale ettiği ve Sultan Selim’in bu şekilde anılınca göz yaşlarını tutamadığı kaynaklarda geçer.

Günün birinde kutsal topraklara gitmek nasip olursa Bab-ı Nisa denilen kadınlar kapısından Ravza’ya girin. Yeşil Kubbe’ye yüzünüzü dönüp Resulullah’ın (s.a.s.) ve ehl-i Suffa’nın huzuruna yavaşça süzülün.

İçinizdeki hasretin dinmesi için boynu bükük gözü yaşlı niyaz edin.
Belki görkemli beyaz sütunlar arasında kanat çırpan bir çift kumru envaî çiçekle bezeli halının üzerinde sema eder ve siz gözlerinde aşkı tahsil edersiniz.

Belki bu muhteşem mabedi mermerden bir orman gibi dolduran beyaz sütunların bir zamanlar aynı bahçedeki hurma ağaçlarına izafe edildiğini hatırlarsınız.

Mescid-i Nebevî’nin avlusunda oturan, tesbih çeken, ezan vaktini bekleyen ümmet-i Muhammed’le hemhâl olup o kalabalığın içinde kara gözlü bir çocuğa gülümsersiniz. Belki etrafınızdaki rengarenk kalabalık içinde hiç tanımadığınız bir din kardeşinizle konuşmadan hal diliyle anlaşıp gözyaşları içinde sarılırsınız.

İşte o an dualarınızın karşılık bulduğunu ve Ashab- ı Suffa’nın aşkına benzer bir nüvenin içinizde uyandığını hissedersiniz.

 

 

 

*Bu cümlenin Hazreti Ali’ye ait olduğu düşünülüyor.

Teknik detaylar Diyanet İşleri Başkanlığı Hac ve Umre Hizmetleri Genel Müdürlüğü Web sayfasından alındı.

Ashab- Suffa ve Hicaz Demiryolu hakkında yazılanlar Bir Kızıl Bulut kitabından çağrışımlarla kaleme alındı.

 

Hayriye
Üniversite için geldiği İstanbul’da yaşaya kalan bir Sivaslı. Bir çift kirazın anneannesi. Hikaye anlatmayı, yazmayı, okumayı, gezmeyi sever.

    Baharla Gelen Mevlid

    Önceki içerik

    Bu Dünyadan Bir Hamâme Nine Geçti

    Sonraki içerik

    Yorumlar

    Yorum Yaz

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir