Oğluyla kuru ağacı dikerken yanlarına Alexander’ın postacı olan arkadaşı Otto gelir ve ona bir doğum günü kartı verir. İki arkadaşın arasında şöyle bir diyalog geçer:
– Hiçbir şeyi o kadar çok isteme. Hiçbir şeyi beklemeyeceksin. Bu çok önemli. Kişi hiçbir şeyi beklememeli.
– “Bir şey beklememeli mi” dedin?
Bir şey beklediğimi kim söyledi?
-Hepimiz bekleriz… Bir şey bekleriz!
-Mesela ben.
Hayatım boyunca hep bir şeyler bekleyip durdum.
Bütün hayatım boyunca sanki…
Tren istasyonunda bekler gibiydim.
Bütün bu zaman boyunca sanki…
Yaşadığım hayat gerçek değildi de bi tür bekleyişti.
Hayatın sahici olanı, önemli olanı bekleyişti…
“Ulu Tanrım, Göklerdeki Ulu Tanrım, adın mübarek olsun. İnayetin üzerimize olsun. Yalnız senin dediğin olur. Rızkımızı sen verirsin. Bizi kötülüklerden korursun. Cennet senindir. Güç, zafer senindir. Amin.
Tanrım, bu korkunç zamanda bizi esirge. Çocuklarımın ölmesine izin verme. Dostlarımı, karımı, Victor’u, seni sevenleri ve sana inananları, kör oldukları için sana inanmayanları da esirge. Seni bir an bile düşünmeyenleri de. Çünkü onlar acının ne olduğunu hiçbir zaman bilmediler. Bu saatte, bütün umutlarını, bütün hayatlarını, bütün geleceklerini kaybettiler. Sana teslim olma fırsatını kaçırdılar. Yürekleri korkuyla dolu olanlar, sonlarının yaklaştığını hissedenler, kendileri için değil, sevdikleri için korkanlar, onları senden, yalnızca senden başka hiç kimse koruyamaz. Çünkü bu en son savaş. Savaşların en korkuncu. Bu savaştan geriye ne yenen ne de yenilen kalacak. Şehirler, kasabalar, ağaçlar, otlar, kuyulardaki sular, göklerdeki kuşlar yok olacak. Sahip olduğum her şeyi sana vereceğim. Çok sevdiğim ailemi vereceğim. Evimi yıkacağım. Küçük Adam’dan vazgeçeceğim. Dilsiz olacağım. Bir daha kimseyle konuşmayacağım. Beni hayata bağlayan her şeyden vazgeçmeye razıyım. Yeter ki sen, her şeyi eskisi gibi yap. Bu sabah ve dün nasılsa öyle yap. Beni hasta eden bu ölümcül hayvani duygudan kurtulmama yardım et. Evet, her şeyim senindir! Tanrım! Bana yardım et! Söz verdiğim her şeyi yapacağım.”
Ancak bildiği ve sevdiği her şeyin ölümü ve yıkımıyla karşı karşıya kalan Alexander, kendisini Tanrı’dan dünyayı kıyametten kurtarmasını istemekten başka bir şey yapamaz halde bulur. Karşılığında da her şeyini, işini, evini, arkadaşlarını, karısını ve en çok da sevdiği oğlunu terk edecektir. Bu kısımdan sonraki sahneler film boyunca izlediğim en gerçek üstü bölümlerden biri. Alexander kendini bir rüyada kaybolmuş olarak bulur, harap bir kilise avlusunda dolambaçlı, ayaklanma ve kargaşa sahneleriyle kuşatılmış halde yürür ve sonunda bir cadının evinin önüne geldiğinde onunla olması ve her şeyi kurtarmak için sevdiklerini terk etmesi gerektiğine ikna olmuştur.
Kurban filmi maneviyat ve insanlık hakkında Tarkovski’nin inandığı her şeyin nihai bir özeti. Film boyunca Tarkovsky, izleyiciyi sürekli olarak daha derin bir dünyaya ve daha derin bir maneviyat ve hakikât duygusuna çekiyor. Filmin başlarında, inancı olmadığını itiraf eden Alexander için din ve Tanrı, her şeyden çok felsefi ve sanatsal fikirlerdir. Alexander cadının kucağında havada süzülürken hem en büyük ihanet hem de en büyük kurtuluş eylemini gerçekleştirmiş olabilir. Alevlerle sarılmış bir ev ve son olarak çiçek açmayı bekleyen bir ağacın fotoğrafı, dikenli taç ve haç, nihai fedakârlığın sembolleri ile yeni yaşam, yeniden doğuş ve diriliş potansiyelini ima eden bir sahne ile film son bulur… Sanatın amacını hakikat arayışı ve insanın maneviyatını geliştirmek için yardım etmek olarak gören Tarkovski’nin her filminde olduğu gibi insanın manevi yönünü ön plana çıkartan bu son filmini de mutlaka izlemelisiniz.
İyi seyirler…
bekleyiş, hep bir şeyler bekleme düşüncesiyle ilk defa karşılaşıyorum.. düşününce ben de hayatta sürekli yeni bir şeylerin olmasını beklediğimi farkettim. sanki hiçbir yenilik doyurmuyor da hep “ee sırada ne var?” diyor gibi.