Kadın ölmek üzereydi. Parlak siyah saçları yastığa yayılmıştı. Yatağın dört yanındaki ince kıvrımlı sütunlara bağlanan tüy kadar hafif cibinlik, yumuşak bir esintiyle uçuşuyordu. Sırtı yatağa dönük adam gün doğumunun alacasında, geniş ve ihtişamlı çadıra girip çıkan telaşlı cariyeleri, çaresizce ellerini ovuşturan ebe kadını görmüyor, annesinin yorgun bedeniyle bağı henüz kesilmiş bebeğin ilk çığlıklarını duymuyordu.
Yumrukları, abanoz dolabın üzerinde sımsıkı kalakalmış, gözleri, kadının aynaya yansıyan gözlerine kilitlenmişti. Cihanı dize getirebilirdi ama gerçekle yüzleşmeye cesareti yoktu bugün.
Fısıldadı kadın; “Ben öleceğim. O zaman ne olacak? Beni unutacak mısın? Sevdan benimle beraber toprağa mı karışacak? İsmim dudaklarından silinecek öyle mi? Değersiz bir hatıra mı olacağım senin için?”
Sakallarını ıslatan gözyaşlarını hissetmiyordu adam. Sadece kalbini sıkıştıran mengeneye aldırmadan onun elini tutmaya, yüzüne son kez gülerek bakmaya mecbur olduğunu biliyordu. Nasıl yapacağının henüz idrakinde olmasa da istediği sözü vermeye mecbur olduğu gibi. “Sana olan sevgime cihan şahit olacak. Sonsuz sevdamız ebediyete kadar dilden dile anlatılacak.”
Kadın, yanında yatan kundağın yüzüne bakarken, solgun yanaklarından tek bir inci tanesi yuvarlandı. Bebek babasının parmağını yakalamıştı ama baba öfkeyle, acısının kaynağından elini çekip, karısının gözlerini kapattı. Adam günler sonra görkemli çadırından çıkınca saçının, sakalının bembeyaz olduğu, Yakup Peygamber gibi gözlerini yitirdiği anlatıldı tebâsı arasında. Şimdi ona gereken güzel bir sabır ve aşkını nesiller boyu dünyaya ilan edecek bir yeryüzü cenneti inşa etmekti. Neye mal olduğu önemli değildi.
Bu diyarda taşları konuştururdu oymacılar. Beyaz mermerler sâfiyeti ve güzelliği aksettirdi. Üzerlerine nakşedilen kibar çiçekler sevilen bir kadının zerafetini anlattı asırlara. Sarmaşıklar aşığın maşukuna hasretiyle dolandı çiçeklerin etrafında. Canana daimî rahmet olsun diye taşlara ezberletildi Yasin sûresi. Safirler, yakutlar, mercanlar bağlılığın gücünü resmetti olanca heybetiyle.
***
Genç kız, işlemeli demir parmaklıkların önüne geldi, kendini bildiğinden beri her gün seyrettiği manzaraya baktı. Büyülü bir sis içinde yükselen beyaz minareleri, fildişi rengi muhteşem kubbeleri, yeryüzündeki en büyük aşkı hatırlatmaya yeminli revakları gözleri görmüyordu. Güneşin ve ayın değişen ışıklarıyla binbir renge bürünen beyaz türbeye efsunlu bir ayna olan muazzam havuzdaydı bakışları. Yamuna Irmağı’nın suyuyla lebâleb dolu havuzu, küçük bir çocukken cennete akan bir nehir zannederdi. Rüyasında orada yüzdüğünü, annesinin gülümseyerek onu seyrettiğini görmüştü. Uyanınca, babasının sevgisini kazanabilmeyi ve ablalarına daha yakın olmayı diledi. Dileklerinin çoğu gibi bunların da hayalden öteye gitmeyeceğinin farkındaydı.
Dünyaya geldiği günün yıldönümüydü o gün. Duvarlı Şehir’den çıkabilecek, uzaktan da olsa babasını görebilecekti. Tören kıyafetli askerler, saray erkânı, mücevherler ve ipek sariler içinde ablaları, taht sırasında öne geçmek için birbirlerinin gözünü oymaya fırsat kollayan ağabeyleri merasim için hazırdılar. En küçük kardeşin doğduğu günü kutlamaya değil, Ercümend Banû Begüm’ün ruhunu ihtirâma, Şah Cihan’ın bitmeyen yasını paylaşmaya gidiyorlardı. Üçüncü oğul ve ona bağlı askerler dışında herkes böyle olacağını zannediyordu.
O sene merasim yapılamadı. Çok kısa bir sürede olup bitti her şey. Kızıl Kale’ye dönerken Şah Cihan artık kafilenin kılavuzu, tacın sahibi, mülkün hakimi değildi. Ahdini sonsuzluğa taşımak üzere yaptığı şaheseri uzaktan seyrederek, sevgilisine kavuşacağı günü bekleyen yalnız bir ihtiyardı sadece.
***
Otobüsten inen turist grubu rehberin yönlendirmesiyle renkli ve kaotik kalabalığa yaklaşmadan hızla turnikeden geçti.
Yüzyıllar önce savaş fillerinin saldırısından Kızıl Kale’yi korumak için, kırmızı kum taşından örülmüş devasa kapı, her milletten gezginin objektifine farklı açılardan girdi. Hafızasından çok kamerasına güvenen, gördüğü harikalardan başı dönmüş kalabalık, birbirinden süslü, gösterişli odaları, köşkleri, kuleleri dolaştı. Hintli rehber, kelimeleri yuvarlayarak ezberlediği cümleleri tekrarlarken girdikleri şaşırtıcı derecede sade odanın, Ercümend Banû Begüm’ün en küçük kızına ait olduğunu söyledi. Abla ve ağabeylerinin yaşadığı gösterişli hayata karşı, ismi hatırlanmayan o prensesin ömrünü geçirdiği mütevazı oda gezginlerin ilgisini çekmişti. Bu ilgi, birkaç adım sonraki mermer burçtan, Şah Cihan’ın kendi sarayında bir esir olarak, Tac Mahal’i uzaktan seyrettiği pencereleri görünceye kadar sürdü. Kameralar hızla açıldı, en güzel açılar arandı, özçekimler yapıldı, parmak uçlarıyla kubbenin tepesi tutulmuş gibi pozlar verildi.
Rehber, Tagore adında bir şairin Tac Mahal için yazdığı dizeleri okudu ancak kimse işitmedi.
…
Şah Cihan’ın gözünden
Zamanın yanağına düşen
Bir damla gözyaşıydı…
Şah Cihan’ın gözünden
Zamanın yanağına düşen
Bir damla gözyaşıydı…
Okurken hiç bitmesin istedim.
Bizim yanağımızdan süzülen gözyaşından kimsenin haberi olmayacak ne yazık ki.
Elinize yüreğinize sağlık💐 . Tekrar tekrar okumak için yine geleceğim sokaginiza💐
Prensesin acıklı durumu beni çok etkiledi.
Dünya Kız çocukları gününde de yayınlamanız manidar olmuş. Emeğinize sağlık..