Edebi-Tarihi

Ayçiçeği

1

Geçmişten bugüne bitkilerin birçok bilimsel teori ve kanunun temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Genetiğin babası olarak bilinen Gregor Johann Mendel, bizler pek bu yönünü bilmesek de botanik üzerine de derin çalışmaları olan Charles Darwin, yıllarca üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan el-Kânûn fi’t-Tıbb (Tıp Kanunu) adındaki eseri yazan İbn Sînâ, diyar diyar gezip bitki örneklerini tek tek inceleyerek onların etimolojik temellerini oluşturan Ebu Reyhan el-Birûnî ve daha birçok bilim insanı için bitkiler kâinât üzerinde dikkat bir varlık ve araştırma sahasıdır. Bu bilim insanlarının en temelde ortak yönü olan meraklarını besleyen unsur olarak bitki ön plana çıkmıştır.

Günümüzde ise durum tersine dönmüş gibi duruyor. Çoğu zaman bitkilerin birer canlı olduğunu bile gözardı edebiliyoruz. Onların hareketsiz olduklarını düşünmemiz ve insanların gelişimine göre çok daha yavaş büyümelerine istinaden onların gelip geçer birer nesne olduğu kanısına varabiliyoruz. Bitkinin ekosistemin kilit bir parçası olduğu, önemsenmeyecek kadar küçük bir ayrıntı olarak kalıyor böylelikle. Halbuki kilometrelerce uzaktaki herhangi bir varlığın yahut olduğu yerde öylece duran bir bitkinin boyundan büyük rollerinin olması dar bir mantıkla algılanamayacak kadar büyük bir gerçek.

Bir insan doğar, beslenir, yürür, koşar, öğrenir ve bu süreç bazen o kadar hızlı gerçekleşir ki şahit olduğumuz bu tekamül haline “Çocukluğu dün gibi aklımda” diye hayretleniriz. Bitkiler de büyür ama bu süreç onlar için bizimkinden daha farklıdır. Hangimiz ihtiyar çınarların bebekliklerini hatırlarız ki! Halbuki onlar bizimle benzer fizyolojik özellikler gösterebilirler. Elimizde bir kesik olduğunu varsayalım, fizyolojik süreçte vücut kesiğin olduğu yerdeki sinirsel uyarıyı beyne taşır ve kan dolaşımıyla trombositler başta olmak üzere bir dizi hücre, durumu düzeltmek için iş birliği içerisine girer. Buna paralel olarak bir ağacın gövdesine derin bir kesik atıldığında bunu onarmaya yönelik reçine veya karakteristik bir öz suyu aktığını görebilirsiniz.

Burada şu akıllara geliyor; kainatı okumak nasıl bir hâl ki varlıkların kendi oluş ve değişimini etkilediğimizi ve bunlardan ne denli etkilendiğimizi o sırada görebiliyoruz. Sanki elimizdeki bir kitap gibi. Bu kitabın kapağını hiç açmayalım, evimizin dizaynına uyan bir yere süs eşyası da olabilir, sobayı tüttürmeye yaran kağıt parçaları haline de gelebilir. Halbuki kapağı açtığımız anda bir dünyanın kapısından giriş yaparız.

İşte ayçiçeği de bu bağlamda, birçok deneyle karşılaşmıştır. Onun hareketleri gözle görülür olduğundan daha gerçekçi ve merak uyandıran bir özne haline gelmiştir. İnsanoğlu ayçiçeğinin hareketlerini izleyerek belki de tüm bitkilerin neden ve nasıl üretim halinde olduklarını ve yaşantılarının sırlarını aydınlığa kavuşturacaktı, kim bilir!

Bir bitki isimlendirilirken genelde incelenen dilin tarihi lehçelerinden bu yana değişimi takip edilerek etimolojisi incelenir. Latince ismi Helianthus annuus L. olan ayçiçeği dünya çapında güneş çiçeği, günebakan, günedönen gibi sayısız bir şekilde isimlendirilmiş. Bizim dilimizde ise “Ayçiçeği” denilmiş.

Gariptir ki; tarihi Türk lehçelerinde dahi güneş ile ilişkilendirilen bu bitki, nasıl olduysa günümüz Türkçesine ayçiçeği olarak gelmiş. Bu durum etimolojik açıdan günümüzde hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Konuya ilişkin çalışmalarda çiçeğin isminin avuç ve terazi kefesi manasına gelen “aya” kelimesi ile bağlantılı olduğu ihtimali ifade edilmiş.

Dünyada ve ülkemizde ayçiçeği yetiştiriciliğini basitçe yağlık ve çerezlik diye ikiye ayırabiliriz. Bitkinin tohumları yüksek oranda yağ içerir ve ayçiçeği yağı bu tohumlardan elde edilmektedir. Yağı alınmış bir kabuğun işlevi hâlâ bitmiş sayılmaz. Yüksek protein ve vitamin barındırmasından ötürü yağı alınmış kabuklar büyükbaş hayvancılıkta yem olarak kullanılabilirken bir miktarı da kereste yapımında kullanılabilmektedir.

Gelgelelim önceki paragraflarda bahsettiğimiz deneyler konusuna. Ayçiçeğinin herkes tarafından bilinen güneşe dönme yönelimi şu şekilde ilerliyor: Güneş doğduğunda ayçiçeği eğik boynunu kaldırıp güneşe selam ederek başlıyor güne. Güneş batana kadar da onu takip etmeye devam ediyor. İşin ilginç kısmı ise şu: Güneş battıktan sonra görülmüş ki ayçiçeği yönünü tekrardan doğuya dönüveriyor. Ve bu hareket gündüz ki takibin iki katı hızda gerçekleşiyor. Hem de güneş gibi kuvvetli bir uyarıcı ortada yokken. Ayçiçeğini alıp 180° döndürerek karıştırsanız dahi doğadaki döngüyle birlikte birkaç güne kadar tekrardan yönünü buluyor. Tüm bunların sebebi halen gizemini koruyor. Bir başka gizem ise ayçiçeği bir kez olgunlaştığında ve polen saçmaya başladığında artık bu günlük ritmi duruyor ve çiçeklerin başları doğuya dönüp, geri kalan ömründe öylece kalıyor.

Tüm kâinatın zaman içerisinde oluş ve değişime tabii olduğunu biliyoruz. İster tüme varalım istersek de tümden geliverelim. Bir ayçiçeğinin bir saati, bir günü, bir ömrü… Bir ruhun bedene gelmesi, olgunlaşması, yaşlanması ve ruhun bedenden gitmesi… Şimdi şöyle bir içimize kulak verdiğimizde: Bu oluşum ve değişim içerisinde ben nerede ve nasıl duruyorum? Bizim dönüşümüz nereye?

Bu yazılık benden bu kadar okurların kıymetlileri, görüşmek üzere.

1 Yorum

  1. En sevdiğim çiçeğin ne çok bilinmezlikleri varmış. Bu güzel yazı için çok teşekkür ediyorum

Yorum Yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir