Âh Dervişka*.
Sana gelirken tüm yollar, ayağımın altındaki taşlara verdiğim belki de büyük bir insana nispetle kuş kadar hafif o yük, güneşli havalarda sığınıp duvar diplerindeki gölgeliklere sürtünerek kıyafetimize aldığımız o kirler ya da kapalı havalarda rüzgarın yarı açık yarı örtük başımızda uçuşturduğu saçlarımız, hepsi üzerimizdeki ağırlığı almaya sözleşmiş gibi olurlardı.
Avlalı bahçelerin arasından eğilerek geçip bir an önce kavuşmayı diler gibi sana gelirdik. Ağzından dökülen Allahların üzerimize bir nur gibi yağmasını beklerdik. Bazen de çocukluk işte bahçedeki elmalar, erikler, kirazlar belki; aldardı bizi. Sana geleceğiz derken bir ağaç dibinde meyvelerle keyiflenir bulurduk kendimizi. Sonra ip atlar, sek sek çizerdik. Sen sana geleceğimizi bilmeden aldığımız niyetle halini yayardın bize de. Zaman olur, ya güneş öğleden ikindiye meylederdi ya da kendini akşamın karanlığına doğru yürümeye gönüllerdi. O vakit meyvelerle bulduğumuz serkeşlik, oyunlarla çevrelenen gailesizlik kalkardı üzerimizden. Telaşlanır toz toprakla kapına varırdık.
Evinin kapısına küçükken ve büyükken çok defa gelip bekledik. Kimisi nasibi gördüğümüz, inen sekineti yakaladığımız ama adını koyamadığımız zamanlardı. Kimi vakitler ise kapını çalar çalar beklerdik. Ne sen olurdun ne amca. Ne ses olurdu ne seda. Okuduğun suyu, okuyan dudaklarını görmezdik ya “nasibimiz yokmuş” derdik, nasibin ne olduğunu bilmezdik.
Duvar dibine dayalı somyanın üzerinde kırmızı çiçekli döşek, pamukla doldurulmuş dikdörtgen ya da kare yastıklar olurdu. Somyanın önünde, dar bir mesafede hemen soba vardı. Biz o aralıktan girer bir bir alırdık yerimizi. Yerde evdeki eşyaların rengine çok da benzemeyen renkte bir paspas durur, ne güzel yakışmışsın yerine dedirtirdi. Şimdi ben de yapıyorum olmuyor, neden olmaz bilmem.
Sen bir tahta sandalye alır karşımıza otururdun. Bizi okuyan koca kâri olurdun. Halbuki seni görürdük; bağda bahçede dolaşırdın, ellerinin çatlaklarına toprak dolmuş da kahverengi kızıl rengini bırakmış olurdu. Sen bizi nasıl okurdun şaşardık. Biz nasıl okunabilen bir şey olurduk, neler yazardı bizim yüzümüzde, ellerimizde? Okurken ara ara bize alakasını kuramadığımız sorular sorardın. Anamız atamız iyiler miydi mesela? İnek doğurmuş muydu, bahçenin sıkı alınmış mıydı? Soruları sorar, cevapları dinlemez gibi yapardın. Şimdi anlıyorum ki bu sorular bizim dikkatimizin dağılıp Dervişka’yı, onun evini, halının kilimin yerini, her şeyi birdenbire deyiveren amcayı süzmeye başladığımız anlara denk gelirdi. Yüzümüze bir tas su serpilmişçesine berinlerdik. Bizim kalbimizi de aklımızı da hizaya getirir, niyetimizi tutmamızı sağlardı. O yaşlı kadın, Dervişka okumayı nasıl bildi? Kimden nasıl öğrendi? Ben nasıl okundum, üzerimdekiler nasıl yazıldı? Bunları bilmiyorum. Fakat şu var ki imanla inip yükselen sinesinden ağzına dolan ve bize üflenen her nefes içimizin düğümlerini çözer, bizi teskin ederdi.
Sen başka biri gibiydin Dervişka, tanımadan da tanıdığımız bir ses gibiydin. Dolaşırdın etrafımızdan. Oysa biz sadece fısıltılı sesini duyardık sen okurken. O ses bizi aşinalık bulduğumuz yerlere götürür getirirdi. Güvenli bir sahile inmişçesine rahat bulurduk evinden çıkarken. Tam da anlayamaz bu hali, “oh ne iyi oldu geldiğimiz” derdik. Küçükken, okunurken dikkatimizi çeken ve çocuk yaşımıza komik gelen halleri söyleşir gülüşürdük. Şimdi bu yazıyı yazarken de evinden çıktığımızda söylediğimizi dedim: Oh ne iyi oldu seni andığım Dervişka. Hep yanında olayım.
*Dervişka-
dın.
Yorumlar