Söz ve ibareler, dinleyenler için azık ve gıdadır. Senin nasibin de ancak ondan aldığın ve sindirdiğin mânâdır. (188. Hikmet)
İnsan bazen etkileyici bir söz duyar, hayret eder, hoşuna gider fakat tesiri uzun sürmez. Çünkü o sözü koyacak kabı, taşıyacak hali yoktur. Benliğinden geçerken kirlenir ve gözünde o güzel söz çok geçmeden pörsür. Kimisi de bir söz duyar, onunla mânevi bir abdest alır, temizlenir ve o abdestle ömür boyu yaşar. İnsan Rabbinin, yani kendisini terbiye edenin, bildiklerini öğretenin Allah olduğunu unutmamalı; kendisi öğreneceğini zanneden aldanır, çünkü öğreten Allah’tır.
Mânevî bir sohbete giden insanın yapması tavsiye edilen önemli şeyler vardır. İstiğfar etmek, sadaka vermek, “İlahi ente maksudi ve rızake matlûbi” (Ya Rabbi istediğim sensin, talip olduğum da ancak senin rızandır) diyerek niyet tazelemek. İstiğfar ederek insan günahına, ve daha önemlisi günahına sebep olan gafletine tevbe ederek bulunması gereken yere döner. Sadakayla bu niyeti bir daha tasdik eder, niyetini sözle Allah’a dua meyanında sunarak, kendine de bir daha duyurarak sohbete dahil olur. İşin başı da sonu da niyettir. Bu niyetle hayata bakabilirse bakışı nisbetinde elbette hayatı da değişir.
Herhangi bir sözü işiten kişi onu Allah ile, yani “Allah bana bununla ne diyor?” diye dinlerse duyup dinlediği hikaye de olsa, bir çocuğun ağzından da çıksa kendisine lazım olan hikmeti ve mânâyı o sözden anlar. Nitekim Allah Teala kitabında sivrisineği misal vermekten çekinmez. Eskilerin hikayelerini anlatır, ama sadece hikâye olsun diye anlatmaz.
Niyet, yaratılıştan maksud olan mânâyı bulmak olmalıdır. Mânâya ehemmiyet verilmezse Kur’an bile okumak mânâsız gelebilir. İnsana ilk gereken şey niyetle o mânâyı kastetmektir. Kul bu niyete girince Allah da sahibi olduğu mânâyı ona açar.
Mânâ dediğimiz, bu alemde Allah’ın tahsil etmemizi murad ettiği şeydir. Biz mânâyı kendi kalıplarımıza, mutaassıp ve dar bakışımıza sıkıştırmaya çalışıyoruz. Mânânın kendisini anlatmasını dinlemiyoruz.
Halbuki dinlemek isteyene kapı açıktır. Hz Mevlânâ “Sana yaşatılan her ne ise onu atlayarak geçemezsin ancak anlayarak geçebilirsin.” der. Çalışıp yorulmalısın. Eza cefa da görsen, iftiraya da uğrasan, ihanet de görsen; işinle, çoluğun çocuğunla da uğraşsan o şeyde Hakk’ı/Hakk’ın kastettiği manayı görmeden hakikate yaklaşamazsın. İnsan kendisindeki kavrayışı yarın pörsüyüp kaybolmayacak olan bir hakikatte teksif ettiğinde o gerçek hakikate yaklaşır. Bunu da dağınık bir halde yapamaz. Yaptığı işte uyanık olup niyetini Allah için tutup, işin bu noktasına odaklanarak kalbini, aklını, bedenini, ruhunu orada birleştirmesi icap eder. Böylece uğraştığı şey işi, okulu, çocuğu, evi, hastası, dersi ne olursa olsun hakikate yaklaşmasına vesile olur.
Allah’ın muradı kulunun bunu dünyada görüp tahsil etmesidir. Öldükten sonra kendisine hakikat perdesi açılacak lakin dünya sayfası kapanmış olacak. Aleyhisselâtu vesselam Efendimiz’in “Ölmeden önce ölün.” buyurması, mânâya gönül vererek, ulvi bir dertle dertlenerek sadece nefsi için yaşamaktan geçip, Allah’ı isteyerek Hak ile dirilmek, derin gafletten burada uyanmaktır.
Dünyaya gelişimiz, hikmeti burada görüp anlayabileceğimiz ve o idrakle Allah’a yaklaşabileceğimiz içindir. İnsan ailesi, ortamı, aldığı terbiye, gördüğü dersler, eriştiği zatlar münasebetiyle çok büyük nimetlere de mazhar olsa hidayetten nasibi ne ise onu görecektir. Fakat kendisine düşen de elbette niyet ve gayrettir.
Yorumlar