Sümbül Sokak sayfalarında camileri anlatıp tanıttıkça, gittiğim mabedlerin tarihine, mimari yapısına, ilgi çekici özelliklerine olan merakımın gün geçtikçe arttığını daha önce sizinle paylaşmıştım. Bu merak ile görmediğim camiler için yolumu değiştirmeye, gezi planları yapmaya başladım. Algıda seçicilik bu olsa gerek ki yolumun üzerinde camii işaret eden tabelalar görmem ve adımlarımın o tarafa yönelmesi sürpriz olmuyor artık. Sizlere böyle bir yönelişle buluverdiğim Galata Mevlevihanesi ve Arap Camii’nden bahsetmek istiyorum. Ama önce oraya gidişimin hikayesini anlatmam lazım.
Geçen haftalarda İstanbul’un Beyoğlu semtine yolum düştü. Beyoğlu sokaklarının hiç durmayan renkli ve canlı kalabalığı, türlü seslerin, lisanların, yüzlerin, giyimlerin baş döndürücü hareketliliği, vitrinlerin cazibesi, lokantaların çığırtkan davetleri arasında İstiklal Caddesi’nde yürüdüm. Bazıları restore edilmiş eski ve gösterişli binaların önünden, İstanbul’u mütehakkim bir edayla seyreden Galata Kulesi’nin yanından geçtim. Birbirine dolanmış ağaç dalları gibi sarmaş dolaş yükselen Kamondo Merdivenlerini tırmandım.
Bütün bu gürültü ve kalabalık arasında gizli bir hazine gibi saklı Galata Mevlevihanesi sakin ve asude bir vaha misali çekti beni. Geniş ve ferah bahçesi, asırlık ağaçları ve Adile Sultan’ın yaptırdığı şadırvanı gönlüme huzur verdi. Tasavvuf ve tarikat eşyalarından müteşekkil etkileyici müzesi, tarih kokan semâhanesi bir zamanlar sahip olduğumuz maneviyatın kıymetini ve bu değerlerin günümüze taşınmasının önemini hatırlattı. “Hamûşan” denilen haziresinde ve divan şairi Şeyh Galip’in türbesinde onların ruhundan bir irfan hissesi için niyazda bulundum.
Fetihten kısa bir süre sonra 1491’de Galata sırtlarında kurulan bir Mevlevî tekkesi burası.
Fatih Sultan Mehmet dönemi devlet adamlarından İskender Paşa’nın Mevlevihâne’ye vakfettiği arazi üzerine kurulmuş ve zamanla ilave edilen yeni binalarla külliye halini almış. Depremler, yangınlar, ihmaller geçirmiş, yeniden ve tekrar tekrar ihya edilmiş, nihayet XIX. yüzyılda son halini almış.
Cümle kapısının üzerinde mevlevihaneyi 1835’de yeniden inşa ettiren II. Mahmud’un tuğrası ve ta’lik hattı Yesarizâde Mustafa İzzet’e ait kitâbe yer almakta. Sağ tarafta kütüphane olarak kullanılan “Sebil-küttâb” binasının Osmanlı mimarisinde türünün son örneği olduğu söyleniyor. Diğer yanda Şeyh Galip’in ve mevlevihaneye asırlar boyunca hizmet etmiş şeyhlerin, dervişlerin hazireleri ve türbeleri bulunmakta. Sultan III. Selim ile dostu ve Hüsn ü Aşk’ın müellifi Şeyh Galib’in 1791’de tekkenin postnişinliğine gelmesiyle mevlevihâne Sultan III. Selim tarafından yenilenmiş.
Bu noktada biraz Hüsn ü Aşk’tan bahsetmek isterim. Edebiyatımızda soyut kavramları kişileştirerek yazılmış nâdir mesnevilerden biridir. Hüsn ü Aşk’ta bütün kişi ve yer adları tasavvufî birer semboldür. Kahramanları Hüsn (güzellik) isimli bir kızla bu güzelliğe ezelî yönelişi ifade eden Aşk adında bir gençtir. Onların aşkını şiirleştirirken aslında insanın seyr u sülûkunu anlatır. Aşk’ın Hüsn’e kavuşmak için yaşadığı güçlükler ilâhî aşka erişebilmenin de zorluğunu ifade eder. Çok kıymetli ve edebi bakımdan son derece güçlü bir eserdir. Şeyh Galip’in bu eseri 26 yaşında ve altı ay gibi kısa bir sürede kaleme aldığını meraklıları için belirterek Galata Mevlevihânesini ziyarete devam edelim.
Mevlevihâne Sultan Abdülmecid döneminde 1851-1859 yıllarındaki imar faaliyetleriyle bugünkü şeklini almış. 1925’te mevlevihâne vazifesine ara verilince bir süre İlk Mektep olarak kullanılmış. 1967-1975 yılları arasında yapılan düzenlemelerle 1975’te Divan Edebiyatı Müzesi, 2008-2011 yıllarındaki yenileme sonrasında da “Galata Mevlevihanesi Müzesi” olarak tasavvuf, tarikat eşyaları, hat ve tezhip levhaları ve tasavvufta kullanılan müzik aletlerinin sergilendiği bir merkez halinde hizmet vermeye devam ediyor.
Ana binada bulunan Semahane sekizgen planlı sema meydanı ve etrafını saran mahfillerden müteşekkil. Tavan ve mihrab pastel renkli kalem işleriyle süslenmiş. Ahşap minberde kapının köşelerine kondurulmuş dal sikkelerle tarikat işaretleri mimariye yansıtılmış.
Buraya Kültür Bakanlığı ve Beyoğlu Belediyesinin düzenlediği “Beyoğlu Kültür Yolu” projesi kapsamında mevlevihane’deki çeşitli etkinlikler vesilesiyle yolum düştü. Mesnevi sohbetleri, meşkler, Mevlevi ve Bektaşi kültürünün tanıtıldığı konuşmalar dinledim, sema talimleri izledim. Açıklamalı Sema Mukabelesinde sema’nın dinlemek anlamına geldiğini, her bir adımın insanın yaratılışına, hayat yolculuğuna ve tekâmülüne karşılık geldiğini hayretle gördüm. Semazenlerin dönüşlerinde, Hakk’a açılan ve halka uzanan ellerinde hasıl olan zarafete hayran oldum.
Asırlar boyunca Mesnevi okunan, sema edilen, ilim irfan öğretilen bu meydanları kendi haline terk etmeden, kadim kültürümüzü unutulmaya bırakmadan bugüne taşıyan ve gelecek kuşaklara aktarılması için çaba gösteren, emek veren o gencecik dervişlere, semazenlere ve onları yetiştiren hocalarına şükran duydum, Allah onlardan razı olsun.
Bu gezideki diğer durağım olan Arap Camii ve etkileyici hikâyesini de bir sonraki yazımda aktaracağım.
Yorumlar