Bazen öylece durur vitrinde misafir bekleyen kristal çay bardakları, kadife üstüne nakış işlemeli kesede duran Kur’an, duvara monte erzak tereklerinde yazdan kalma reçel kavanozları, durmaktan kokmuş halı dürüleri, kem nazarları ve kötü ruhları kovalayacağına inanılan üzerlik dizileri…
Hiç yorulmaz, art arda musluktan damlayan o küçük tane. Hiç kesilmez gelişleri gidişleri. Taştan yontulmuş yalağı bu azmi sayesinde sararttığını, suya yol yaptığını o kapıdan girmeyen, yüzünü yıkamak için musluğun başına geçmeyen bilmez. Çok çalan da olmaz bu kapıyı zaten. Öyle gideni geleni fazla yoktur.
Kimi zaman da insan öylece durur. Bir köşede, camın önünde, kapı eşiğinde. Hiçbir zaman gelmeyecek olan postacıyı bekler. Gelmeyeceğini bile bile. Duvarlar üstüne üstüne gelir de postacı bir türlü gelmez. Derin sessizliğin içinde insan adını bile unutur. Demlik üstüne demlikler yol bulur da postacı bir hanenin toprak yolunu bulamaz. “Ademoğluna biçilen ömrün büyük bir kısmı hep beklemekle geçiyor.” dediydi köyün muhtarı. “Osman Emmi! Kapının çalınmadığı gün ölürsün. Etme!” dediydi de onu bile duymadıydı. Postacı bu kadar beklendiğini bilseydi acaba daha tez mi gelirdi? İki satır hal hatır düşmediyse kağıda ne getirebilirdi ki? Avuçlarında tuttuğu tek dayanağı şimşir asasıyla postacıyı kovalamayı geçiriyordu aklından. Belki okkalı iki acı laf da ona savururdu. “Neden mektup getirmedin, çer sokmayasıca!” derdi.
Arada bir sağ kulağının çınlamasını diliyordu. Ama onun hep sol kulağı çınlıyordu. Aksiliğinden oldu ne olduysa. Ağza alınmayacak ne kadar kelime varsa hepsini bir çırpıda sıraladıydı torunlarına. Kalbi bile sızlamadan. Halbuki çocuktu onlar. Ne var ki kapı çarpıldıysa, şavka eli gidip söndürmediyseler, tahta somyada sıçrayıp gönüllerince güldülerse? İsrafil Aleyhisselâm eve sinek girdi diye mi üfleyecek Sûr’a? Kendi diliyle kopardığı kıyametin altında yapayalnız kaldı şimdi. Ağaçlarla çevrili dünyasına doğan güneşi sadece aksi ihtiyar göremiyor; çünkü yalnız. Meyve ağaçlarından yere dökülenleri toplayacak bir Allah’ın kulu yok koskoca arazisinde. Gökyüzü apaydınlık, bulutlar bembeyaz, yıldızlar elinin altındaymış gibi. Suyu desen bereketli, hem çetin hem şen. Gel gelelim ihtiyarın kalbine dökülmemiş MERHAMET. Kovaladığı torunlarından şimdi mektup bekliyor. Postacı da inat etmiş gibi geçmiyor kapısının önünden. Şimdi hangisine yanacaksın? Gelmeyen postacıya mı, yazılmayan mektuba mı, yoksa karanlık yalnızlığına mı?
Torunlarının en küçüğü gitmeden dikilmişti karşısına:
“Bize güldüğümüz için kızmayın, büyüyüp sizin yaşınıza gelince zaten gülmeye vaktimiz olmayacak. Bırak bari çocukken gönlümüzce gülelim.”
Yorumlar