Hepimiz hepimizin her şeyini bilirdik. Bir tek Hanzala anlatmazdı. Biz de sormazdık. Yalnız, sormaya ne hacet! Yaşananlar tüm dünyanın gözü önünce cereyan ediyor.
Hepimiz dediğime bakmayın. İşte öyle kabala1 konuştuğum. Hiç üçü geçmedi sayımız. Hanzala, Naci ve bendeniz. Hah işte bu kadarız.
Naci değişik adamdı. Hanzala’nın ahretliği. “İlle” dedi, “Cuma günü çıkalım gidelim Hanzala’nın memleketini görelim.” Olur mu olmaz mı?
“Ev yok, bark yok. Nasıl kalırız?” dedik. Naci “Buluruz. dert etme.” dedi. “Yol, iz nasıl gideceğimizi bilmeyiz.” dedik. “Öğretirim.” dedi. İt kervanını nasıl aşarız, ne ederiz demeye kalmadan mübarek cuma geldi çattı. Çantaları doldurduk. Nevalemiz sağlamdı çok şükür. Pilav, karpuz, hurma, helva.
Sabah ezanı Diyarbakır’da çalındı kulağımıza. Mübarek nasıl da inildiyordu. Şahdamarımda hissettim ezanı. Ulu Cami karşıladı bizi. İslam’ın beşinci harem-i şerifi. Geceyi caminin sorumlusunun evinde geçirdik. Ev dediğime bakmayın cami bitişiğinde küçük bir fakirhane. Ama ne hane. Sohbeti can kattı canımıza. Bir gece misafir etti ya bizi hesap kabarık geldi tabi. Caminin halısı, okulun çatısı derken hepimiz nasibimize düşene razı olup başladık tez elden yapmaya.
İşleri yola koyunca biz de düştük nasibimize düşen yola. Bizi neyin karşılayacağını bilmeden çıktığımız yolda kah neşeli kah hüzünlü nece saat geçti bilmem. Üç beş kilometre daha gittik gitmedik ki yol ikiye ayrıldı. Biri diğerinden daha sarp, daha çetrefilli. Çetrefilli olana dolandı yolumuz. Arabayı yol ayrımında bırakıp yürümeye koyulduk. Az gittik uz gittik, dereyi tepeyi dümdüz gittik. Karşımızda duruyordu Refah Sınır Kapısı.
Gelin kapısı tutar gibi tutup yüz görümlüğü istiyor sınır polisi. Bu kapı nasıl aşılır bilmem. Hanzala gülümsedi. “Takip edin beni.” Düştük peşine. Bir kum tepesinin ardında saklanmış tünel kapısından içeri süzüldük. Nece yol yürüdük nece uzun tünel aştık hesabını tutamadım bir yerden sonra. Tünelin sonunda beliriverdi ışık. Daracık tünelde sıkış tıkış üç adam ilerliyordu. Biri Filistinli, biri Türk, biri karikatür. Mesele başka olsaydı bu üçlüden güzel fıkra olurdu deyip kahkahalarla gülebilirdik.
Tünelin kapısından çıkarken bu kadar zor şartlar altında yaşam mücadelesi vermelerine ve yurtlarını bırakıp kaçıp gitmemelerine şaşırmıştım Filistin halkının. Güneş ışığı karanlığa alışmış gözlerimize sökün edince bir uzun hece duyuldu, bir “ahh..” çektirdi bana. Benim gözlerime acı çektiren güneş, Hanzala’nın gözlerinde parlıyordu. Ağlıyordu. Gözyaşlarını geldiği yöne doğru hapsetmek için dudaklarını ısırıyordu. Kiprikleri yaşları iteleyip ait olduğu yere sokmak için çok savaştı. N’oldu diye sormaya can atsak da onun söylemesini bekledik. Kendisini toparlayınca dili de çözüldü, gözyaşları da döküldü.
“Benim rahmetli babam, bu tünelde şehit oldu abi.” Naci, Hanzala’ya ne zaman geçmişini sorsa uzun hikaye deyip geçiştirirmiş. Dedim ya Naci değişik adam diye, bu uzun hikayenin peşine düşmüş. Öğrenmiş hakikati. Sonra Hanzala’yı çizmiş. Bu sınırlar içinde senelerdir uzun hikayeler yazılır, çizilir ama kitaba sadece şehit başlığı atılır. Şehit.
1zf. (Ar. ḳabāle “senet; sorumluluk”tan) halk ağzı. Toptan, götürü.
Yorumlar