Yemen’in başkenti Sana’a da bir güzele vuruldum. Yemenli, kavruk tenli bir göçmen kızının, pamuk gibi elleri arasında doğdum. Doğdum doğmasına ama o gözünü kırpmadan toprağa attı beni. Üstüme soğuk ve karanlık toprakları atarken hiç de acımadı. “Yapma, etme” diye feryad etsem de nafile, duyuramadım sesimi.
Karanlık, ıssız ve sessiz toprak yurdum oldu birden. Toprak öyle sardı ki nefes almayı bırak hareket dahi edemiyordum. Üşüdüm. Hem de çok üşüdüm. O da yetmezmiş gibi toprağım çamurlaşmaya başladı. Güya can suyuymuş. Bu ne çiledir Ya Rabbi!
Derken, kabuğumun kırıldığını hissettim. Sağıma soluma bakınca göğsümden çıkan yeşil filizin toprağı aralayıp; beni güneşe kavuşturduğunu gördüm ve şükrettim.
Ya Rabbi beni yalnız bırakmadın.
Yıllar geçti. Mevsimler ardı ardına sıralandı. Sıcak, soğuk, yağmur, çamur derken ilk meyvelerim yapraklarımın altından baş gösterdi. Bir düştüm toprağa, şimdi bin dirildim.
Meyvelerimi yine bir göçmen kızı topladı. Aynı kavruk ten, farklı koku.
Bu sefer çuvaldaydım ve bir gemiye yüklendim. Gemide tayfadan duydum; çuvalların kimisi şuraya, kimisi buraya, kimisi dünyanın öbür ucuna derken benim çuvalım Anadolu’ya gelmiş. Kokusuna bakarsak burası hem Yemen’le ayrı hem de aynı idi. “Yeni memleketim herhalde burası” derken bu sefer de kamyonlara yüklendim. Tekrar yollara düştüm.
Çuvalımı, neresi olduğunu bilmediğim bir kapının önünde bıraktılar. Öğrendim ki burası Urfa imiş. Peygamberler şehriymiş burası, Hazreti İbrahim’in ateşlere atıldığı şehir. Ateşin yakmadığı şehir. Halilullah makamı.
Çuvalımın bağını, kara gözlü bir Süryani kızı açtı. Kucakladı beni. Sevdi. O nereden çıktı derseniz, dudağının kenarında asılı kalan tebessümünden anladım. O güzele de aldandım. Ama o da ne! Kürek kürek kızgın bir kazana döküyor beni. Aman Yarabbi! “Yanıyorum” diye bağırıyorum ama kimse duymuyor sesimi.
Kazan döndükçe yanıyorum, yandıkça dönüyorum, kavruluyorum. Kavruldukça yanmaya da alıştım. Döndüm, döndüm, döndüm, yandım, yandım, yandım. Döndükçe dönüştüm. Rengim değişti. “İşte çilem burada bitti” diye düşünürken, bu sefer de mengelere düştüm. Ezildim, un ufak oldum. Ben diye bildiğim benden eser kalmadı. “Tamam, oldum artık” dediğim anda paketlere döküldüm, tezgahlara konuldum.
Tezgahtan beni ilk alan merhametli olduğunu yüzündeki çizgilerden anladığım bir ana oldu. “Bu ana sever beni” dedim. O ise beni küçük bir kuyunun içinde sulara saldı. Bu kuyunun adına cezve denirmiş. İşte o bakır cezvede kaynadım. Bu sefer yadırgamadım sıcağı çünkü tanıyordum artık. Ee ne de olsa burası ateşin yakmadığı şehir. Neyse efendim, kaynadım ve köpürdüm. Ruhum suya geçince kulpsuz fincanlara döküldüm. Birlikte içenlere 40 yıllık hatır oldum.
Şimdi bir kahve yap ve düşün, bunca merhaleden geçen bu küçücük kahve çekirdeği ile bir akrabalığın var mı?
Aman Rabbi nasıl bir merhaleden geçiş hikayesi.Çok etkileyici gerçekten.Kamışlıktan koparılan bir kamış parçasının neye dönüşme hikayesini hatırlattı bendenize.Emeğinize sağlık kardeşim.Tebrik ederim
Muhteşemdi, tek solukta okudum.. 🌺
Çok sürükleyici bir üslup ve akış. Öyle ki kendimi bir çekirdek gibi hissederek o hayat yolculuğunu yaşadım. Sonra da Diyarbekir’de, Behrampaşa camii yakınların da kahve iciminde buldum.
keyifle okudum çok güzel yazmışsınız emeğinize sağlık 🤗
Muhteşem bir yazı😍 Bir kahve çekirdeği bu kadar güzel mi anlatılır.👏👏 Çekirdeğin tanesiyle diyar diyar gezdim sanki.Emeğine yüreğine sağlık kardeşim harikasın 🤩
Çok içten bir yazı. Kahvenin seyri suluk u