Ehlen ve sehlen ey gâm-ı kalb-i perîşân merhabâ
Tezgahlarda çeşit çeşit antikalar, eskiler, kullanılmayan atıl eşyalar. Dedelerden, babalardan kalan kitaplar, bakırlar, kristaller, muranolar, şinanaylar, şamdanlar, yüz yıllık kilimler, saatler, ünlü marka fincanlar, el boyama tablolar… Daha neler neler. Bit pazarı rengarenk, can alıcı parçalar gelmiş yine. Pazarda tek kural geçerli; hızlı olan en güzide parçayı bulur ve koleksiyonuna ekler.
Antika tutkusunun esiri olan bir sürü insan her hafta bu pazar yerinde buluşur. Ali Bey de onlardan biri. Kendisi gözleri ile detaylı bir arayışta iken ayakları onu tezgahlardan bir tanesinin önünde durdurdu. Tezgahta beyaz bir örtü, üzerine güzel sayılabilecek parçalar serilmiş. Eline aldığı köstekli saatin damgası var mı diye sağına soluna bakıyor, bir taraftan satıcının bilgilendirmesini dinliyor.
“Gümüş kasadır efendim, 1903 model. Kırmızı kadranı ile nadir bir parçadır. Dış kasa çapı 49.6 mm, iç kadran çapı 37 mm’dir. 0800 ayar damgalıdır.”
Damgayı gördü ve birden gözleri ışıldadı. Bir eşyada damga, mühür ya da imza varsa değeri iki kat artar çünkü.
Sıkı bir pazarlık sonunda saati yeleğinin iç cebine koydu. İçten içe, köstekli saati ucuza kapattığına seviniyordu. Tam yürüyüp tezgahtan ayrılacaktı ki, çerçevesinin varakları dökülmüş, biraz arkada kalmış bir tablo ilişti gözüne. Hızlı bir göz gezdirmeden sonra “Tabloya bakabilir miyim?” diyerek izin istedi satıcıdan. Satıcı tabloyu uzattı. Ne yazdığını anlamadığı tabloya uzun uzun baktı. Anlam veremediği bir güzellik çekiyordu sanki onu tablonun içine. Ortasında yuvarlak formada yazılmış Arapça yazılar vardı. Kenar süslemesi çok hoşuna gitmişti. Tablodaki Arapça yazının etrafı pembe, yeşil, altın varak güllerle bezeli idi. Arkasında ise şimdiki alfabe ile yazılmış yer yer silinmiş bir beyit:
Harâbât ehlini hor görme zâhid Defineye mâlik viraneler vardır
Ali Bey bir mühürlü köstekli saat ve ne yazdığını bile anlamadığı tablo ile birlikte ayrıldı pazardan. Tablonun ne olduğunu çözmek gerek, bilen birilerine danışmalıyım diye düşünüyordu.
Kaç kişiye sorduysa bilemediler. Bu bilinmezlik ilginç bir merakın eşiğine bırakmıştı onu. Belki tablonun iç kısmında bir imza vardır düşüncesi ile tabloya zarar vermeden çerçevenin arka paspartusunu kaldırdı. Paspartu ile yazısın arasına sıkıştırılmış mühür basılı bir pusula düşüverdi çerçeveden. Yıllara meydan okumak için var gücü ile dayanan ve sararan kağıdın katlarını açtıkça bir garip his ve heyecan basıyordu. Yine mi Arap harfleri diye söylenecekken yazının Türkçe olduğunu fark etti. Gözlüklerini taktı, kağıdı pür dikkat inceledi. Soğumuş çayından bir yudum aldı. Osmanlıcayı az buçuk biliyordu ama böyle el yazısı okumak onun harcı değildi.
Gözüne uyku girmedi. Çok önemli bir ipucu yakalamıştı, sabaha kadar bekleyecekti. Güneşin ufukta parlamasına daha vardı. Oturduğu koltukta içi geçmiş, mahalle imamının kadife sesi ile irkildi. Karanlığı aydınlatan Ezan-ı Muhammedi ile uykulu gözleri birden açıldı. Aradığını bulmuş gibi abdest almaya koştu. İmam efendiye bu kağıdın ne olduğunu sorabilirdi.
Allah u Ekber
Semi’allahu limen hamideh
Sabah namazının farzına yetişmişti. Tesbihler okunurken yanında ki meczubu fark etti. Göz göze geldiler. Meczup bir yandan Ali Bey’in gözlerinin içine bakıyor bir yandan da boynundaki kırık aynayı onun yüzüne tutuyor, sürekli aynı cümleyi tekrar ediyordu.
Arayarak bulunmaz, arayarak bulunmaz, arayarak bulunmaz. Arayarak bulun…
Tam o sırada yanlarına yaklaşan imam efendi meczuba seslendi:
“Deli Ali, rahat bırak beyefendiyi.”
Hayreti artan Ali Bey bir Deli Ali’ye baktı bir de boynunda asılı aynadan yansıyan kendi suretine. Sanki Deli Ali’nin suretinde kendi siretini gördü. Adaş olmaları da cabası.
İmam Efendi, Ali Bey’e dönüp; “Sıcak çorba ikramımız var buyurmaz mısınız?” diyerek bahçedeki banklara davet etti.
Ali Bey, bu cazip teklifi kabul etti. Bu esnada soracağımı sorarım diye düşündü. Sabahın serinliğinde sıcacık çorba içini ısıtmıştı. Caminin avlusundaki banklarda birkaç ihtiyar, imam efendi, Deli Ali ve Ali Bey oturuyorlardı. Müsait bir vakitte cebindeki kağıdı gösterecekti.
İhtiyar amcalardan birisi hafif bir öksürük ile söze girdi. Herkes onu dinliyordu.
Nuru’l-envâr ve sırru’l-esrâr olan Nebiyy-i Muhtar (s.a.s.) âlem-i cemâle kavuşmadan az evvel ashabı ile helalleşmek istemiş. Hakkını almak isteyenlerin de haklarını kendisinden gelip almalarını buyurmuş.
Tam o sırada Hz. Ukkaşe Resulullah’ın bilerek mi veya devesine vururken yanlışlıkla mı olduğunu bilmediği bir şekilde çıplak sırtına kamçı vurduğunu söyleyip “Şimdi bu hak mıdır?” diye sormuş.
Tüm sahabe şaşkın Hz. Ukkaşe’ye bakarlarken, o kutlu nebi “Haktır Ya Ukkaşe, karşılığı da kısastır.” buyurmuş ve İslam’ın billur sesli bülbülü Bilal’ini (r.a.), hane-i saadetlerine yollamış ve kamçısını getirmesini istemiş.
Aman Yarabbi tüm sahabe ayaklanmış nasıl olur böyle bir şey. Hz. Ukkaşe’yi engellemeye çalışsalar da nafile. Araya kimler girmemiş ki. Çehar-yâr-ı Güzîn efendilerimiz; Sıddıkların en sıddıkı Ebubekir efendimiz mi girmemiş, adaletin terazisi Ömer efendimiz mi girmemiş, iki nur sahibi Osman Zinnureyn mi girmemiş, ilmin kapısı Ali efendimiz mi girmemiş. Gözümün nuru diye sevdiği torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin efendilerimiz dahi araya girmiş. Ama yok illa ki kısas demiş de başka bir şey dememiş Hz.Ukkaşe.
O kargaşanın içinde Bilal-i Habeşi elinde kamçı ile meydana gelmiş. Ukkaşe’ye (r.a.) uzatmış kırbacı. Efendimiz sütten dahi pak sırtını dönmüş tam kamçının inmesini beklerlerken Ukkaşe efendimiz, nübüvvet mührüne sarılıp öpmüş o an. Sahrada yolunu kaybetmiş sonrasında suya kavuşmuş ceylan gibi, gözyaşları arasında mühr-i şerifi defalarca öpmüş.
“Anam babam sana feda olsun Ya Resulallah!”
Anlatan amca da gözyaşlarını tutamıyordu. yanağından sicim gibi inci mercan döküyordu. Tam o sırada cüzdanından bir kağıt çıkardı. Kağıdın bir yüzünde efendimizin mührü diğer tarafında hilye-i şerif vardı. Kendisini dinleyenlere uzattı. Ali Bey uzatılan kağıdı eline alınca hayreti katmerlendi. O eski püskü tablonun arkasından çıkan kağıtla aynıydı. Demek o tablo hilye-i şerif, küçük kağıt ise mühr-i şerif idi. Bu şokun etkisinden Deli Ali’nin sesiyle sıyrıldı.
Bulanlar arayanlardır, bulanlar arayanlardır, bulanlar arayanlardır. bulanlar…
Hak te’âlânun kelâmıdır yüzün
Cennetün Dâru’s-selâmıdur yüzün
Âyet-i Seb’a’l-mesânîdür yüzün
Bâğ-ı cennet ergavânıdur yüzün
(Nesimi)
Yorumların kifayetsiz kalacağı güzellikteki bu muhabbetli yazı için çok ama çok teşekkür ederiz🌹
Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed..
Biz Teşekkür ederiz efendim.