Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek
Giryemi kıldı füzûn, eşkimi hûn etti felek
Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
Selimî
2 sene 4 ay boyunca cihan padişahı Hâkimu’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn1 Selim Han hazretlerinin otağını temizleme şerefine nail oldum. Hoş, o öyle bir sultan ki kendisine yakıştırılan hâkim sıfatını, “Biz o mukaddes toprakların ancak kulu kurbanı ve hizmetkarı oluruz.” diyerek Hâdimu’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn2 olarak değiştirdi.
Elhamdülillah. Mısır feth olundu. Rum ellerine dönmek zamanı geldi çattı. Bir yeniçerinin türküsünden dökülür bu çölün vahasından gitme arzusu. Ama benim içimi bir kurt kemirir. Bir çöl rüzgarı kasıp kavurur da ses edemem kimseye. Öyle bir derdin pençesine düştüm ki ne çaresi var ne nâresi. İçimde sessiz sedasız büyür. Dile dökülürse kellem gidecek, dökülmezse bedenim bir mum gibi eriyecek. Hangisi daha iyi?
“İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.” (Rahman, 55/19-20)
Bir sultanın kapısında bende iken sultana nazenin olmak olacak iş mi? Kızıldeniz Nil Nehri’ne kavuşur da cariye ile sultan bir araya zinhar gelemez.
Peki bu fakir bu derde nasıl düçar oldu?
Ahh Aşk! Bir kum fırtınasında yolumu kaybetmiş gibiyim. Bir zehirli ok gibidir bakışlarınız hünkârım. Daha fazla taşıyamayacağım galiba bu derdi. Mısır’dan dönmeden söylemeliyim Yavuz Selim Han’a.
…
Bugün Sultan Selim’in otağını temizledikten sonra yatağının üstüne küçük bir pusula bıraktım. Belki de kendi katlimin fermanını kendi kalemimle mühürledim:
“Seni seven neylesin?”
Ruhum kalp kafesini bugün terk eyleyebilir. Bu bekleyiş hayatımın en manidar ve zahmetli bir bekleyişi oldu. Sabah olmasın diye içimdeki yıldızlar göğe tırnakları ile tutunmuş sanki. Gece bir türlü yüzünü gündüze dönemiyor.
Nihayet sabah olup vakit gelince her işimden evvel bıraktığım kağıt parçasına koştum. Ey kağıt! Yüzüne mürekkep düşene değin ak paksın. Sana sultanın nazarı takıldı bir kere. Artık tılsımlı muska gibi sinemde taşırım seni.
“Çekinmeden söylesin.”
Bir cevap ile fakirhanem düğün bayram eyledi. Çehremin renkten renge girdiğini hissediyorum. Kalbime sığmaz ruhum. Bıraktığım kağıdı kalbime bastırıyorum ki hasretime bend olsun.
“Korkuyorsa neylesin?”
Öyle ya siz ki cihan padişahısınız. Sizin kulunuz böyle bir had bilmezliğe nasıl kalkışır da siz affedersiniz? Nasıl korkmayayım?
“Hiç korkmasın söylesin.”
Sağımda ve solumda iki yeniçeri ile birlikte huzura doğru gidiyorum. Kalbimde başka başka heyecan. Hani derler ya dizlerimin bağı çözüldü diye. Ayaklarım boşlukta yürüyor sanki. Aradaki kapılar kalktı, bir Yavuz Sultan Selim Han bir de aciz kulu kaldı sahnede. Hiddetli çehresi bugün tebessümlü gibi. Gözlerim yerdeki kilimlerin desenlerine mıh gibi çakılı. Söze girmeliyim artık diyorum içimden. Titrememi durdurabilirsem konuşacağım, yok yok bu aşk deryasında boğulacağım.
“Hünkârım!” dökülüyor dudaklarımdan. Sadece bunu diyebiliyorum.
Bedenimin hafiflediğini hissediyorum o an. Sanki tüm fazlalıklar sırtımdan inmiş gibi. Sanki emaneti oracıkta teslim etmişim gibi. Bedenim soğuyor, başka bir şey hissetmiyorum sanki. Yığılmışım. Otağın içinde herkesin gözlerinde bir telaş ve koşuşturma başlamış o anda. Ama bir dakika, hünkârımın gözlerinden soğumaya başlayan yüzümün üstüne sıcacık damlalar dökülüyor. Ahh Aşk! Ne büyük bahtiyarlıksın. Ve kulaklarım şu cümlelere şahit oluyor:
“Gerçek muhabbeti şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve icap ederse o yolda ölür!”
1- Haremeyn-i Şerif’in Osmanlı topraklarına katılmasının ardından Yavuz Sultan Selim’e verilen, Mekke ve Medine’nin hakimi anlamındaki unvan.
2- Mekke ve Medine’nin hizmetkarı.
Yorumlar