Sanat alanına dair hasbihâle niyet ettiğimiz bu köşede, söze nereden başlamalı diye pek uzun düşünmek gerekti. Dünya yuvarlak olsa da düşünce dünyasına daldığımızda doğu batı mevzusundan kaçmak pek de mümkün olmuyor. Hâl böyle iken bir de zamansal manada gelişim ve değişimler söz konusu olunca derya deniz içine dalıveriyoruz, bir inci tanesi avına…
O halde bir yerden söze başlamak gerek, sonrası laf lafı açar nasıl olsa. Zaten batı ve doğu arasındaki salınımda, coğrafi esasta da bir bakmışız sarkaç salına salına gelip merkezde dengeyi bulmuş, o da tam tepemizde kararda durmuş. O halde biz yine iyisi mi bugünün globalleşen kültür dünyasından ve her şeyin merkezindeki insandan söze girizgâh edelim, sohbeti buradan açalım. Rast gele…
İnsanı diğer canlılardan ayrıcalıklı bir hale getiren vasfı şuur sahibi olmasıdır, düşünebilmesi değil. İnsan dışındaki bazı canlıların da düşünebilme yetileri olduğu çeşitli çalışmalarla kanıtlanmış ancak bu düşünme kabiliyetinin sınırlı oluşu insanın ayrıcalığına zemin oluşturmuştur.
“Şuur sahibi olmak” idrake ulaştıran bir düşünme eylemini tarif eder. Bu da beynin yetisinin ötesindeki kalbe yani fiziki olanın ötesindeki bir algının insandaki varlığına işaret eder. Burada “insanın cüz’î irâdesi” kavramı ile karşılaşırız, yani insanın sorumlu olmasının dayandığı varoluş doğası. İnsan düşünebilen, idrak eden, şuurlu bir varlık olarak özgür iradesi ile fiilini seçerek ve bilerek icra eder ve bu fiilinden sorumludur.
Günümüzde tüketim öyle bir hal almıştır ki, işte bu özgür irade dahilindeki insanın şuurlu fiili sorgulanır bir noktaya gelmiştir. İnsan hala gerçekten özgür iradesi ile fiilini icra edebilen şuur sahibi bir varlık mı? Yani insan günümüz biyopolitik düzeninde insan olma durumunu ne kadar koruyabiliyor? Teknolojinin edimleri ve sosyal etik tartışmaları akıl sahnemizde dekoru oluştururken, ön planda tüketim fiiline odaklı, olağanüstü güdümlü eylemler döngüsünde devam eden bir yaşam oyununun içinde kaldık. İşte bu noktada yaşamın kendisi ile sanatın iç içe oluşu doğasını irdelediğimizde hangisinin daha kurgusal olduğunun idrakinin yitirildiği bir göreceli gerçeklik algısı içindeyiz. Hayatı algılayışımız adeta Baudrillard’ın “simülasyon”1 kavramının çevresinde inşa oluyor.
Simulasyon, Baudrillard’ın tanımında yokluğa dair yani yokluktan kaynaklı bir varlık halidir, başka bir deyişle “mış gibi yapmak” değil, bizatihi olarak varlığın semptomlarını taşıyan, yokluktan var olan bir gerçeklik algısıdır. Bu şekilde tarif edildiğinde yaşamın içinde her ne yöne doğru bakarsak ve her ne fiili ele alırsak alalım, algıladığımız gerçekliğin bir simülasyon olma ihtimali vardır diyebiliriz. Tüketim toplumu içinde yaşayan her bireyin, oluşturulmuş ve öğrenilmiş imgelerle kodlanmış zihinsel yapısı ve algı mekanizması, bireye gelen her türlü itki ve sözel ya da duyusal mesajın aynı kurgulanmış ve yapay süzgeçten geçerek kendi simulatif algısından kaynaklı bir gerçeklik olarak yaşanmasını mümkün kılıyor. Aynı şekilde, alıcı olan insanın yapay imgelerle kodlanmış bilişsel algısının yanı sıra, verici işlevi gören mesaj sistemi de aynı kodlardan beslenen kimyası ile yapay imgelerden oluşturulan dilini, simülasyonun besleyen ve beslenen dinamikleri olarak hayata geçiriyor. Böylece, artık tüketim çağında, biyopolitik bir kurgu ve güdüm ortamında, simülasyon; hiper gerçek bir varoluş düzenini, insanın doğal gerçekliğinin yerini alacak biçimde yapay bir gerçeklik olarak sunmaktır.
Bugün gelinen noktada, doğal olanın bilinç tarafından algılanışının, yapay olanın algılanışından farklı olmadığı kabulü ile hareket ediliyor. Oysa bundan sadece birkaç on sene önce tıpta yapay maddelerin, örneğin yapay vitaminlerin kimyasal molekül yapılarının -doğayla özdeş olması şartı ile- insan vücudunun metabolizması tarafından doğal molekülden ayırt edilemediği savı kabul görmekteydi. Ancak bugün tıp bilimi, insan bedeninin fizyolojik ve kimyasal olarak doğal olanı, yapay olandan ayırt ettiğine dair bir benimseyişi de tartışır hale gelmiştir. DNA kodlarımızdaki bilgi kayıtlarının bu algıda seçiciliğe zemin oluşturduğu düşünülmektedir. Bu konu daha somut ve ölçülebilir olması sebebi ile belki daha kısa zamanda netlik kazanacaktır ancak bilişsel ve duyusal algının ölçümlenebilmesi, genetik biliminin yetkinliği çerçevesinde metafizik algımızın ve bunun DNA kodlarımızdaki kayıtlarının, dönüştürücülüğünü etkileme biçiminin çözümlenebilmesinin daha uzun zaman alacağı aşikâr. Ancak yine de zaman içinde bilinç algımızın da yapay olarak üretilen hiper gerçek simülasyonlar ile doğal olan “hakiki gerçekliğin” arasındaki farkı ayırt ettiğini somut olarak anlayacağımız bir gün gelecektir. Bu zaman geldiğinde ise metafizik varlığımızın bunu kabul etmekte nasıl direnç gösterdiği, bunun doğamızı nasıl zorladığı ve yapımızda nasıl kusurlar oluşturduğu da açıklık kazanacaktır.
İşte o gün geldiğinde insan olarak, insanın ruhsal varlığına hükmetme cüreti ile hareket eden yapay sistemin insanı maruz bıraktığı şiddet ve hükümranlığın, insanı nasıl yapaylaştırdığını da gözlemleyeceğiz. Bu yapaylaşmanın, insanın yaşama devam kabiliyetini yok ettiği tükeniş noktasında sistemin çöküşünü hazırladığını ve yeniden var olabilmenin tek şartının insanın kendi hakiki doğasına geri dönüşünden geçtiğini şuurlu bir biçimde algılayacağız. (devam edecek)
1. Simülakrlar ve Simülasyon, Jean Baudrillard, Doğu Batı Yayınları, 2013
Ne doğru ve ruhumuz ile örtüşen tesbitler.
“İşte o gün geldiğinde insan olarak, insanın ruhsal varlığına hükmetme cüreti ile hareket eden yapay sistemin insanı maruz bıraktığı şiddet ve hükümranlığın, insanı nasıl yapaylaştırdığını da gözlemleyeceğiz”
🌷