Sofra kültürü bir milletin kimliğidir.
“Bana İbn-i Battuta derler. Marco Polo ile birlikte Orta çağın en büyük iki seyyahından birisiyim. Hatta çok daha geniş bir alanı gezmişliğim, üç kıtada en önemli merkezlere ulaşmışlığım olması hasebi ile onu da geride bıraktığımı söyleyecekler ileriki zamanda. Namım dönemimi aşıp asırlar devredecek. Beni sayıp sevenlere selam olsun. Ne anlatayım size? Neyi merak edersiniz? Bu kadar gezmiş, görmüş, geçirmiş bir seyyahtan hangi bilgiyi öğrenmek istersiniz?”
Böyle bir sözü ancak rüyamda duymuş olabilirim tabi ki değil mi?
Ama hayır, İbn-i Battuta’nın seyahatnamesini açıp okursam kendi rehberliğinde âlemi fersah fersah devredebilir, en çok merak ettiğim sorunun cevabını da bulabilirim.
İbni Batuta neden Türkler tatlı yemez demiş?
Türkler gerçekten tatlı yemez mi?! Aklım almıyor, kim tatlıya hayır diyebilir ki? Diyetteler miymiş de tatlıdan uzak duruyorlarmış sorusu geliyor aklıma. O dönemde fruktoz, glikoz, laktoz o toz bu toz katkı maddeleri de yokmuştur. Şeker kamışı ve bal ya da ne bileyim meyvelerin şerbetleri varmıştır herhalde. Türkler neden tatlı yemiyor o halde?
İbn-i Battuta şöyle anlatmış;
“Türkler ekmek ve katı yiyecek yemezler; dûkî adını verdikleri, bizim anlîye benzeyen bir yemek yaparlar. Önce suyu ateşin üzerine koyarlar. Kaynayınca dûkîden bir parça içine atarlar. Yanlarında et varsa onu lime lime edip tencereye koyarlar ve beraber pişirirler. Yemek pişince herkesin payını tabaklara koyup servis yaparlar. Ve nihayet tabaklardaki yemeğin üzerine yoğurt dökerler. Yemekten sonra kısrak sütünden yapılan ve kımız adı verilen nesneyi içerler.
Türkler iyi karakterli, kuvvetli ve cesur insanlardır. Bazı vakitlerde burhani denilen hamur işini yerler. Bu yemek, küçük küçük kesilmiş hamur parçalarıdır aslında. Bunlar, ortalarından birer delik açılarak tencereye oturtulur. Pişirildikten sonra üzerine yoğurt dökülüp içilir. Ayrıca bir çeşit şıraları daha var ki demin bahsettiğimiz dûkî tanelerinden yapılıyor. Tatlı yemek, onlar nezdinde ayıp karşılanır! Ramazan ayı içinde Sultan Uzbek’in huzurunda bulunuyordum. Sık sık yenmekte olan kısrak ve koyun eti vardı sofrada. Ayrıca “rişta” [=erişte] denilen ve şehriyeye benzeyen; piştikten sonra sütle karıştırılarak bir çorba da hazırlanmıştı. O gece arkadaşlarımın yaptıkları tatlıdan bir tabak sundum sultana. Sultan sadece parmağıyla dokunup tatmakla yetindi, bir daha elini sürmedi!
Tülük Tümûr’un anlattığına göre sultan bir gün çocuk ve torunlarının sayısı kırkı bulan saygın bir kapı kuluna şöyle demiş:
“Bu tatlıyı yersen cümlenizi azat ederim!’’
Ama adam şu cevabı vermiş:
“Beni öldürsen de yemem!” (İbn Battûta, 2000, s. I/466-4)
2000 yıllık Anadolu mutfağı ve yemek kültürü en az Türk tarihi kadar kıymetli ve zengindir. Beslenme şekillerini, yaşadıkları coğrafya ve toplumsal yapıları şekillendirmiştir. Seyahatnameden öğrendiğimize göre Asya bozkırlarında yaşayan Türkler, yerleşik hayata geçene kadar tatlı yememiş, vücudu rehavete sürükleyecek ve güç kaybettirecek her türlü gıdadan kaçınmışlardır. Çünkü hayatları hep cenk meydanlarında, her anları tetikte düşman beklemekle geçmiştir.
Velhasıl biz gibi bu lezzetli bunu indireyim mideye, bu tatlıdan da geri kalmayayım; şu trende, bu akıma hemen katılayım diyerek hareket etmemişler, mutfak kültürleri ve tükettikleri gıdaları dahi amaçları doğrultusunda nizami bir çizgide seçmişlerdir.
Bir ömrü, amaçları doğrultusunda ve bir nizam içinde yaşamış olan atalarımızın obezite ile savaşan torunları olarak aslımıza dönmeyi ümit ediyoruz.
Gıdayı amac doğrultusunda seçmek.. Cok güzel..
insan yediğinden ibarettir dedikleri bu olsa gerek.
Yemeği amaç değil araç yapmak…
Klasik bir söz olsa da atalarımızın hayatlarındaki nirengi noktalarından biriymiş demek ki.
Bu güzel bi o kadar bilgilendirici yazıyı kaleme aldığınız için teşekkür ederiz 🌸
Amiiin. Sosyal medyaydı, çevreydi derken o kadar çok şeye maruz kalıyoruz ki ailecek bir duruş belirlemek ve onda sabit kalmak çok zor gibi. Allah hepimizin yardımcısı olsun.