Hey gidi Karadeniz
Doldu da taşamadı
Yüreğinize ince ince tulum sesi sızmalı şimdi. Çünkü, Doğu Karadeniz’de çay hasadı yeni başladı. Sabah 6 akşam 6 mesai saatleri. Burada insanlar çay bahçelerinde büyür. Gözlerini açtıkları anda çayla tanışırlar ve bir de yağmurla. Yağmurun çaya dönüştüğü topraklar derler buralara. 5000 yaşında olan çaya gerekli hürmeti göstermek gerek. Yeni baş göstermiş çay filizlerini ince ince heybeli makasa kırmadan, zarar vermeden düşürmek. Bir ritimle ve aynı rutinle… İşte tam bu noktada kıdemli yöre kadınları devreye girer. Engin bilgilerini taze nesillere aktarma telaşı, hakikaten maharet gerektiren bir iştir.
Onun hikayesi de böyle bir çay bahçesinde başladı. Sırtında yüklendiği tikinayı, kokulu çayların arasında bir yere indirdi. Karadeniz’in, sert ve bir o kadar da yeşil olan yamaçları ayaklarının altından kayıyormuş gibiydi. Küçücük yaşına rağmen çay toplamak zorundaydı. Zorundaydı, çünkü hem birlikte yaşadığı dedesine yük olmak istemiyordu hem de kış geldiğinde okula rahat gidip gelmek istiyordu. Her gün önünden geçtiği mağazanın vitrininde ki bisikleti alabilmek için yevmiyelerini biriktirmeliydi. Üç aylık yaz tatilinin bitmesine, okulların açılmasına da çok az bir zaman kalmıştı. Ama programın çok gerisindeydi.
Birikim… Büyüklerin ağzından düşürmediği bu kelime ona küçük yaşta büyük sorumluluklar yüklemişti. Tikinayı tekrar sırtlandı, kaldığı yerden devam etmeliydi. Ayağa kalkması ile sırtındaki ağırlıkla yere oturması bir oldu. Göz kapakları uykusuzluğa oracıkta yenik düştü. Oturduğu yerde uyuyakaldı.
Canla başla ne kadar çalıştığına tüm çalışanlar şahitti. Bahçedeki hatunların en kıdemlisi başına geldi. Uyuya kalan çocuğa uzun uzun baktı. İç çekti ve çalışan hatunların yanına vardı.
“Toplaşın bakayum hatunlar!” diye, tok sesiyle var gücüyle gürledi. Hatunlar, ellerindeki makasları susturup pür dikkat dinlemeye koyuldular.
Sırtındaki tikinayla sızmış kalmış bizim yorgun savaşçıyı gösterdi. En güzel bir Karadeniz ağzı ile;
“Okullar açılacak. Hep pirlukte şu pisukletun kalanını toplayalum da yarina o pisukletu alalım.”
Tüm çalışan hatunlar, çocuğun ne zorluklarla okumak istediğini, dedesinin durumunu biliyordu. O günkü yevmiyelerini yorgun savaşçı için almadılar.
Ertesi günü, gene aynı vitrinin önünden geçerken dünyası başına yıkıldı. Bisikletin yerinde kavak yelleri esiyordu. Artık vitrinde değildi. Omuzları düştü. Kalbinde tarifi olmayan bir hüsran ile, bahçeye varana kadar kafasını yerden kaldırmadan “hangi çocuğa eğlence oldu acaba” diye düşünüp durdu. Halbuki onun daha çok ihtiyacı vardı. Bahçede kendisini bekleyen sürprizden habersiz, tüm çabalarının boşuna gittiğine üzülüyordu.
Pırıl pırıl bisiklet çayları taşıyan pikapın üstündeydi. Bir de kurdelelerle gelin gibi süslemişler ki sormayın gitsin… Pikapın kapağı açılır açılmaz, bisikleti gören bizim yorgun savaşçının ağzı Çal Mağarası gibi açık kaldı. Etrafındaki hatunlar heyecanlı ve şefkatli gözlerle çocuğun sevincine ortak oldular. O gün, herkesin kalbi kelebekler vadisi gibiydi.
O çocuk, okumuş. Kocaman olup namı tüm Türkiye’ye yayılmış bir cerrah olmuş. Hastalar muayene olabilmek için aylar evvelden randevu alıyormuş.
Kıdemli hatun yaşlanmış. Beli bükülmüş ve çok hastalanmış. Yolu bizim yorgun savaşçının muayenehanesine düşmüş. Bizimki tanımış tabi. Ne kadar yaşlanmış olsa da nasıl unutsun yapılan o iyiliği. Tanımış da belli etmemiş. Tüm tedaviyi üstlenmiş. Hatunun çocukları vezne de masrafları ödemeye gittiklerinde, vefanın en büyüğü ile karşılaşmışlar.
Hikayenin sonu böyle midir değil midir?, Allahualem. Velakin, hadi biz Yeşilçam klasiklerine bağlayıverelim. Ne olur?
Vefa, dikildikten yıllar sonra meyve veren kıymetli bir ağaçtır. O ağaca kıymet veren tüm dostlara selam olsun vesselam.
Rukiye hocam çok zevkle okuyorum yazılarınızı.
Selamlarımı ve şükranlarımı sunarım. 🙂
Aleykümselam canım kardeşim 😊 Demek çay koyulan sepetin adı tikina imiş 😌 İnce detaycı düşüncelerinin yazılarına yansıyış şekline hayranım 👏👏
Estağfirullah. 🙂 bizde yeni öğrendik tikina imiş 🙂