Yönetmenliğini daha önce de köşemizde yer verdiğimiz hem aktör hem de yönetmen olan Sean Penn’in üstlendiği, Jon Krakauer’in 1996 yılında yazdığı İnto the Wild kitabındaki gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanan filmin başrolünü Emile Hirsch üstleniyor. Filmde Christopher (Emile Hirsch) zeki, başarılı bir öğrencidir. Üniversiteyi dereceyle bitirip mezun olur. İstediği hayatın bu olmadığını, bir şeylerin hayatında eksik olduğunu söyler. Küçükken annesi ile babasının kavgalarından dolayı akrabalarının yanında tatile gittiğinde onlardan annesi ile babasının evli olmadığını, babasının başka biriyle evli olduğunu öğrenen Christopher, bankadaki parasını bir hayır kurumuna bağışlayıp ailesine haber vermeden Alaska’ya gitmek üzere uzun bir yolculuğa çıkar.
Yolu olmayan ormanlarda mutluluk vardır,
Yalnız yürünen deniz kıyısında sevinç,
Topluluklar vardır kimsenin zorla girmediği derin denizlerde,
Ve senin de sesinde olabilir mi müzik?
İnsanı daha fazla seviyorum diyemem ama doğayı daha fazla…
Filmde Christopher yolculuğunun başında tanıştığı çift ile tekrar karşılaşır ve birkaç gün onlara misafir olarak eşlik eder. Ancak çiftin yanlarında bu sefer genç bir kız da vardır. Genç kız ilk görüşte Christopher’dan etkilenir ve hislerini ona belli eder. Kahramanımız ona henüz 16 yaşında küçük bir kız çocuğu olduğunu söyleyip arkadaş kalmayı teklif eder.
Tanıştığı çiftlerden biri olan Rany bir akşam Christopher’a kendi hayat hikayesini anlatır. Kaybettiği oğlunun yaşasaydı kendisiyle aynı yaşta olacaklarını söyler ve ona annesi gibi yaklaşır; hatta söz verdiği şapkayı bile işleyip hediye eder. Kahramanımız bu durumdan çok etkilenir ve şapkayı bir süre kafasından hiç çıkarmaz.
Tanıştığı çiftin yanından ayrılır, otostop çekerek yoluna devam eder. Yolda yaşlı bir amca ile karşılaşır; hikâyesinden bahseder. Fakat yaşlı amca Christopher’a ailesine geri dönmesini ve kariyerini tamamlaması gerektiğini söyler. Verdiği karardan dönmeye hiç niyeti olmayan Christopher, cümleleri ile yaşlı amcayı ikna eder. Yaşlı amca onu bir süre evinde ağırlamak istediğini söyler ve Christopher bunu kabul eder. Beraber biraz zaman geçirirler. Yaşlı amca ona kullanabileceği bir sürü parçanın olduğu bir çanta hediye eder, vedalaşırken onu evlat edinmek istediğini söyler ama Christopher nazikçe Alaska’dan döndüğümde konuşuruz diyerek reddeder.
Sonunda hayali olan Alaska’ya ulaşan Christopher, terk edilmiş eski bir otobüs bulup ev olarak kullanmaya başlar. Hayallerine ulaştığı Alaska’da günlerini avcılık yaparak, kitap okuyarak, bir şeyler yazmaya, günlük tutmaya çabalayarak geçiren Christopher zehirli bir bitki yer ve zehirlenir. Bunu atlatsa da direnci kırıldığı için eski gücünü kaybeder ve birkaç gün sonra vücudu buna dayanamaz, soğuktan da etkilenerek hayatını kaybeder.
Christopher’ın yabana gitmesinin sebebi; onu bu sona iten ailesi miydi ait hissetmediği yaşam mıydı bilinmez ama büyük huzursuzluk içinde olduğu, gürültülü yaşamdan kaçarak, bile isteye seçtiği doğa içinde yaşamının güzel başlayıp tükenişle biten günlerini izlerken idealize ettiği hayatın anlamını bize aktardığı sözleriyle bitirelim:
“Ne kadar mutlu olursanız olun, mutluluk sadece paylaşıldığı zaman gerçektir.”
İyi seyirler.
‘Mutluluk sadece paylaşıldığı zaman gerçektir.’ Ah ne doğru!
Çok güzel anlatmışsınız, merak ettiğimse Christopher hayalini gerçekleştirip Alaska’ya giderek ömrüne bir anlam mı katmıştır yoksa beyhude bir ölüm mü kimsesiz, arabanın içinde soğuktan titreyerek..
Kaleminize sağlık, tekrar izlenilesi..