Dünyada en fazla Müslüman nüfusuna sahip ülkelerden birisi de Hindistan’dır. Tarih boyunca zaman zaman Müslüman hükümdarların yönettiği bu büyük ve kalabalık ülkede 1527 – 1826 arasında hüküm süren Babür İmparatorluğu’nun yaptırdığı ve günümüzde de ibadete açık olan pek çok camii, mescid, türbe, dergah ve medrese vardır. Bunlardan en önde geleni Babür İmparatoru Şah Cihan’ın kaybettiği eşine olan aşkını ifade etmek için yaptırdığı Tac Mahal’dir. Tac Mahal dünyanın yedi harikasından ve en fazla ziyaretçi çeken yerlerinden biri olduğu için hakkında çok fazla resim, yazı, hikaye mevcuttur. Bu yüzden bu hafta Kubbe’de Tac Mahal’i değil, Şah Cihan’ın yaptırdığı bir başka eseri; Hint-İslâm mimarisinin en önemli örneklerinden biri olan Delhi Cuma Camii’ni tanıtmak isterim.
Şah Cihan 1638’de başkentini Agra’dan Delhi’ye taşımış ve buraya Şahcihanâbâd adını vermiş. Yeni bir başkent yaratmak için giriştiği imar faaliyeti sırasında imparatorluğun gücünü ve azametini yansıtan dünyanın en büyük ve en görkemli camilerinden birini; Cuma Camii’ni yaptırmış. 1650 yılında inşasına başlanan eser 1656’da tamamlanmış. İbadet alanında ve avlusunda 25.000 kişi namaz kılabiliyor.
Şah Cihan cuma namazı için hükümdarlık sarayı olan La’l Kıl’a’dan yani Kızıl Kale’den görkemli törenlerle camiye geldiği için Juma Mescid (Cuma Mescidi) adıyla biliniyor.
İhtişamı ve azameti artırmak için caminin bulunduğu yer özellikle yüksek bir set üzerinde seçilmiş, giriş için merdivenler yapılmış. Etrafı revaklarla çevrili avludan geçerek girilen kapılar devasa büyüklükte ve ihtişamda. Camiyi örten soğan şeklindeki kubbelerin beyaz mermerleriyle, alt bölümlerin yapıldığı kırmızı kum taşı arasındaki tezat bina cephesindeki etkileyici görünümü artırıyor. Köşelerde yer alan iki minare ve revak kemerlerine devasa harflerle yazılan kitabeler ise abidevi görünümü destekliyor. Camii içinde zemin ve kemer hizalarına kadar duvarlar siyah ve beyaz mermer levhalarla kaplı. Mihrap sivri kemerli bir niş şeklinde. Minber yek pâre bir mermerden yontulmuş. Tezyinatında kullanılan kırmızı kum taşıyla, beyaz ve siyah mermerler arasındaki tezat göz alıcı bir güzellik ortaya koyuyor.
Camii avlusunda ayrı bir odada geyik derisi üzerine el yazması bir Kur’an-ı Kerim ve kutsal emanetler ziyarete açıktır.
Hindistan’ın onlarca farklı dil, din, renk, koku barındıran kaotik sokaklarında dolaşırken, hiç kesmedikleri saçlarına dolanmış renkli sarıklarıyla Sih’leri, ağaç diplerine, duvar kenarlarına itinayla yerleştirdikleri tanrılarına meyve sunan Hindu’ları, arabaların, insanların arasında fütursuzca gezinen inekleri görürsünüz. Yolunuz Müslüman bir muhite düşerse, bir camide, medresede ya da dergahta sizi güler yüzle ve içtenlikle karşılayan din kardeşlerinizle tanışabilir, mesafe olarak dünyanın öbür ucu denilebilecek bir uzaklıkta, düşünce ve duygu bakımından aynı frekansta olan gönüllerle buluşabilirsiniz. O vakit uzaklık ve yakınlık kavramlarının sübjektif olduğunu anlarsınız.
Daha önce hiç görmediğiniz, ve bir daha hiç karşılaşmayacağınız birisiyle, çok uzak bir ülkede, bir ezan sesinin uhrevî yükselişinde, bir duaya amin diyen dudakların tebessümünde, birbirine uzanan ellerin musafahasında kalplerin birleştiğini mutlulukla fark edersiniz.
Ümmet olma şuurundaki samimi inanç sahipleri için fizikî, siyasî ve kültürel uzaklıkların mesele olmadığını, asıl problemin aynı havayı teneffüs edip aynı dili konuştuğunuz insanlarla bağ kuramamak olduğunu ise zaten yüreğinizde bilirsiniz.
Yorumlar