Hoca Ali Rıza ve Süheyl Ünver tarzının son temsilcisi olan Ahmet Yakupoğlu ile Eylül’e merhaba demiş olalım.
Şöyle bir bakınca Yakupoğlu’nun dış mekan mimari çalıştığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Esere ismini veren Ayasofya Sebili sanat tarihçisi Semavi Eyice’nin incelemelerinde şöyle yer almış:
Ayasofya Sebili mermerden yapılmış bir köşe sebilidir. Cadde seviyesinin yükseltilmesi sonunda gerçek nisbetlerini bozacak biçimde çukurda kalmakla birlikte klasik dönem Türk sanatının sade ve zarif ölçü ve özelliklerine sahiptir. Dört penceresinin altında üçer tane tas verme gözü vardır. Üzeri geniş ahşap bir saçak ve kurşun kaplı bir kubbe ile örtülüdür. Batı tarafından mermer çerçeveli demir kanatlı bir kapı içeriye girişi sağlar. Kubbenin tepesinde taştan bir alem vardır. İçinde Bizans devrine ait olduğu dış yüzündeki kabartma süslemeden anlaşılan mermerden oyulmuş bir tekne bulunmaktadır.
1940’ların ortalarına ait olan bu eserde Ayasofya Sebili fasl-ı hazanın en güzel remzi olan sararmış yapraklarla süslemiş. Bakınca hüzünlendiren ama bir yandan da içimizi ısıtan ve ümitlendiren narin yapraklar… Tuval üzerine açık kompozisyon şeklinde yerleştirilen eser eski İstanbul ve mimarisi hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamakla birlikte bir belge niteliği de taşımaktadır.
Eserde sade bir mermer mimarisi ve sütunlu sundurmasıyla geç dönem ampir özelliği gösteren bir sebil görüyoruz. Gelişi güzel yapılmış dallar, yapraklar, rahat fırça darbeleri, özenle seçilmiş renkler bize mevsimin tonunu haber veriyor.
Hazan mevsimi hüzün mevsimi derler çoğu zaman bilirsiniz. Buna rağmen esere dikkatle bakıldığında sebilin bizi saran sıcaklığıyla karşılaşıyoruz. Eser hüzün mevsimini yansıtmasına rağmen içimizi nasıl ısıtıyor? Hüznün getirdiği huzurla diyebilir miyiz? Dinginlik, durulma, farkına varma ve seyretme hali, belki de bizi çevreyi okumaya iten dallar ve yapraklar, hüznün ardından gelecek yeni umutların habercileridir. Kainatta her şeyin zıddı ile kaim olduğundan bahis de bu olsa gerek.
Evliyaullahtan Sümbül Sinan hazretleri, bir gün sohbet sırasında talebesi Musa Efendi’ye “Alemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?” diye sordu. Musa Efendi “Bu mümkün değil ama mümkün olsaydı her şeyi merkezinde bırakırdım. Alem öyle bir tatlı nizam içinde ki buna bir şey ilave etmek veya bir şey eksiltmek düşünülemez.” dedi.
Verilen bu cevap acaba düzendeki zıtlıklar ilişkisine de değinmekte midir? O tatlı nizamda iyi niyet kötü niyetle; güzellikler çirkinliklerle kaim. Hüzün de sürurla. Yakupoğlu da bu eserinde hüzün ve süruru bir arada kullanmış bana göre.
Sararmış bu narin yapraklar bu Eylül’de bize güzelin haberini getirsin.
Yazanın eline sağlık, güzel yazı.