İnsan söyleyip söylememe konusunda epey tereddüt ediyor ama Yûnus’un deyişiyle “Ya ben öleyim mi söylemeyince!”
“Şimdi bu vatandaş da ne diyor, nerden çıktı Bu/ddha!” diyebilirsiniz.
Sosyal medyada çoğu zaman karşılaştığım ve bir enayilik sezdiğim için mistik inançlar konusunu irdelemeyi uygun gördüm.
Mustafa Kara mistik düşünceyi şu sözlerle tarif eder: “İnsanla yaşıt olan düşüncelerden biri de mistik düşüncedir. Mistisizmin temelinde, ilahi bilgi ve gizli tutulması gereken sırlar vardır. Bunun için, değişik medeniyetlerde bu bilgiyi gizli olarak birbirine aktaran ‘yollar’ ortaya çıkmıştır. Mistisizm, hakikatin mistik yolla kavranabileceğini kabul eder.”
Budizm’den Hinduizm’e tüm mistik görüşleri kabul eden ve kendince bu yollarla huzur arayan huzursuz yurdum insanı İslam mistisizmini (tasavvuf) kabul etmemek konusunda ise hayli dirayetlidir.
Kim neye ilgi ve alakası varsa onu bulmak için yola çıkar. Bu her şeyde böyledir. Arapçada bir tabir vardır; “Men lem yezuk lem ya’rif.” (Tatmayan bilmez.)
Müslümanım dediği halde namaz kılmamak için direnenlerin sıkça yaptığı yoga, meditasyon falan bu güne kadar ilgimi çekmemişti ama bir inceleyeyim bunlar ne yapıyorlar dedim, karşıma beynimi sulandıran sonuçlar çıktı.
Hinduizm dininin ibadet çeşidi olan ‘yoga’ Hindistan kökenli. Bu inanca mensup kişiler karma öğretisine sahip ve reenkarnasyona inanıyorlar.
Budizm de aynı şekilde Hindistan kökenli, misyonerler vasıtasıyla Çin’e ve dünyaya yayılmış. Bu inançta, meditasyon ile Nirvana’ya ulaşmak gibi bir amaç güdülse de özel kabiliyeti olmayan kişiler Nirvana’ya eremiyor. Bunlar da “karma” ve “reenkarnasyona” inanıyorlar.
Reenkarnasyon (samsara: yeniden doğuş) sinekten gelip insan olarak tekrar doğuşa erene, Nirvana’ya ulaşıncaya kadar bütün canlı varlıklar kategorisini içine alan bir hayattan ötekine geçişi ifade ediyor. Ruhu kabul etmeyen Budistlere, “Reenkarnasyonla yeniden doğan nedir?” diye sormayın. Nirvana ise; “serinlemiş” yani arzu ve ihtirasların, kötülüklerin ateşinden kurtulmuş, sakinleşmiş kişiyi ifade ediyor. Nirvana’ya ulaşan kimsenin ölüm sonrasındaki durumu da bilinmiyor.
Reenkarnasyon inancının gereği olarak canlılar birbirinin akrabası sayıldığından bir Budist için kan dökmemek, zararsız olmak son derece önemli imiş. Gelin görün bu nasıl Nirvana’ya çıkmaktır ki Müslüman kanı akıtmaktan büyük zevk alıyorlar.
Bazı okuduğunu anlama sorunu yaşayan kimseler; İslam’ın hakikatinden bihaber, tasavvufun bu öğretilerden etkilendiğini iddia ederler. Oysa İslam Hak dindir ve özü hayli zengindir. Çorbası yapılmış dinlerden bir şeyler araklamaya ihtiyacı yoktur. Kaldı ki Şerâfeddin Mânerî, Burhâneddîn-i Garîb, Ahmed-i Sirhindî ve Muhammed Muhyiddin gibi Hint kökenli sûfîler de bu benzerlikleri reddetmiştir.
Bir yazar ve kuantum biyoloğu olan Gregg Braden, bilimsel verilere göre; iddia edilenin aksine doğanın temel kuralının işbirliği olduğunu, evrim teorisinin yanlışlığının DNA tarafından kanıtladığını ve 2 yüz bin yıldır insan şeklinde var olduğumuzu söyler.
İlk insanların %50 daha büyük bir beyne, gelişmiş dil ve becerilere, hiç bir canlıda olmayan sinir ağlarına erişmeye kabiliyeti olduğu keşfedilmiş. Kalpte beyinden bağımsız düşünen 40 bin özel hücre bulmuşlar ve buna ‘duyusal nörit’ deniyormuş. Bu hücreler hatırlıyor, öğreniyor, beyne sinyaller gönderiyormuş; yani insanı kalbi yönetiyormuş. Kalbimizi ve beynimizi uyumlu hale getirmek için gerekli olan kapıyı açmanın anahtarı; parmağımızı kalbimize değdirmek ve yavaş yavaş kalpten nefes alıp vermekmiş. Bunu duyunca, bizden aldığını bize satmak da nedir, dedim. “Eyvallah!” deriz eli kalbe götürürüz. Birde boyun kesip kalpten “Hu!” dedik mi işlem tamamdır.
Hikem-i Ataiyye’de İbn Ataullah İskenderî’nin şöyle bir hikmeti yazılıdır: “Hakikatler (manevi ilimler) tecelli (görünme, belirme) anında açıklamasız olarak kalplere inerler. Tecelli kalktıktan sonra beyanları zihinlerde oluşur.”(215. Hikmet)
“Biz o Kur’an-ı Kerim’i okuduğumuzda onu dinle. Sonra onu açıklamak bize aittir.“ (Kıyamet 75/19)
Gelelim meselenin özüne, bunca sözü neden söyledik?
İslam’ın dışındaki mistik görüşlerde tenakuzdan kurtulamadığınızdan aslında nereye varacağınızı asla öğrenemezsiniz.
Oysa bizde nereden gelip, nereye gittiğini bilene ‘İNSAN’ derler.
“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.”
Biz Allahtan geldik ve yine O’na dönücüleriz. (Bakara 2/156)
Tek cümle ile’ buddha mı gol değil’ 🙂
Teşekkürler…
Gizli kalmış güzel bir konuya değinmişsiniz.
“duyusal nöritleri” araştırırken yazınıza denk geldim keyifle okudum…
Değerli yazınıza değer katacağına inanarak eklemek isterim ki ;
— Tüm olası gerçeklikleri kapsayan ve düşünce ve duygularımıza yanıt veren engin, görünmez bir enerji alanının (tecelli eden ilahi esmaların) parçalarıyız.
Yaşamımızda ve Fiziksel evrendeki her şey elektron gibi atom-altı partiküllerden oluşuyor.
Doğaları gereği bu partiküller saf potansiyel olarak var olduklarında , gözlemlenmedikleri sürece dalga evrelerindedirler.
Gözlemlenene kadar potansiyel olarak herşey ve hiçbir şeydirler.
Gözlemlenene kadar her yerde ve hiçbir yerde var olurlar.
Bu yüzden fiziksel gerçekliğimizdeki her şey saf potansiyel olarak var olurlar.
— Yaşamımızda fiziksel olan şeyler somut madde değildir ; Hepsi enerji alanı ya da bilginin frekans kalıplarıdır..
Madde , “ bir şeyden” ziyade “hiçbir şeydir enerjidir…
Bilginin frekans kalıplarıdır.
O bilgi ve frekans kalıpları ise ,
Yaratıcının isim ve sıfatlarının tecellisi ve tezahürüdür.
Gözlemci ise ,
Kendi ruhundan üfleyerek yarattığı Ademoğlu’dur.
Kendi gerçekliğini kendi zihni ile inşa etme kabiliyeti verilen Ademoğlu’nun en değerli varlığının
Kalbi ve zihni olduğunu
Modern bilim nihayet anlamaya ve aydınlatmaya başladı.
Ne mutlu görenlere..
Müthiş bir yazı olmuş 👏🏻👏🏻, zevkle okudum