Abbâs bin Abdülmuttalib* (r.a.), Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işitmiştir:
“Allah’ı Rab, İslâm’ı din, Muhammed’i (s.a.s.) Peygamber olarak benimseyip onlardan râzı olan kişi, imanın tadını almıştır.” (Müslim, İman, 56; Tirmizî, Îmân, 10/2623; Ahmed, I, 208)
Rızâ, bir şeyle yetinip başka bir şey aramamak demektir. Nitekim Allah’ı Rab, Resulullah’ı (s.a.s.) peygamber kabul eden kişinin ikisinden başka bir şey aramasına ihtiyacı kalmaz.
Aynı zamanda rıza hoşnut olmayı da ifade eder. Kişi sevdiğinde ve hoşnut olduğunda zorluk çekmez, üzerine düşeni rahatlıkla yapar ve ibadetlerini zevkle yerine getirir. Bu durumda Allah ve Resulünü her şeyden fazla sevene, bütün dini vazifeler kolay ve keyifli gelir. Bu da mümini, imanın tadına varmaya sevk eder.
Peki imanın tadına nasıl varabiliriz?
İmanın tadına erebilmenin esas şartı, muhabbet, rızâ ve teslîmiyettir. Aslında dînimiz de bu esaslar üzerine inşa edilmiştir. İnandığımız tüm değerleri benimsemek ve her birinden razı olmak, şartsız bir teslimiyet göstermek, imandan tat almanın önemli şartlardandır. Hakiki bir imana sahip olan Müslüman; inancından lezzet alır, ifa ettiği amellerle feraha ulaşır.
İmanın tadını alan bir mü’min, gönlünde Allah’a, İslâm’a ve Efendimiz’e (s.a.s.) derin bir muhabbet besler ve bu da kişiyi nefsani arzulara kapılmaktan, dünyalık arzuların esiri olmaktan uzak tutar. Böylece insan İslâm’dan başka hiçbir düşünceye itibar etmez. Çünkü o, kendi inancının vasıflarını kalbî olarak bilir ve bunun huzuru içinde yaşar.
Böyle bir Müslüman bazen gaflete düşerek yanlış bir hareket yapsa bile hemen Allah’tan, İslâm’dan ve Peygamber Efendimiz’den râzı olmanın neyi gerektirdiğini idrak ederek onu yapma gayretinde olur.
İmanın tadını alabilmek biraz da günahlardan kaçınıp ibadetlerde titizlik göstermek ve takva sahibi olmaya gayret göstermekle olur. Bu tada ulaşan insan da artık onu kaybetmemek için çaba göstermelidir. Bu da Efendimiz’in tavsiyesi üzere, farzlara ilâveten yapılacak nâfile ibadetler, Allah yolunda hizmetler ve Allah’ı zikretmekle mümkün olur.
Müslüman muhabbet ve nefreti yerinde kullanmasını bilmelidir. Allah’ın sevdiği şeyleri sevip, sevmediği şeyleri de sevmemek kulluğun en güzel halidir.
Dinimizin en büyük gayesi, bizleri Allah’a imanla yüceltmektir. O’na kulluk ederek özgürleştirmeyi sağlamaktır. İman, en büyük özgürlüktür. Mümin, ruhu özgür olan kişidir.
İnancımıza göre özgürlük, sadece Allah’a kul olmaktır. Kula kul ve esir olmaktan kaçınmak asıl hürriyettir. Zira mümin, Rabbinden başkasının huzurunda boyun eğmez. Asla kula kulluk etmez. Bilir ki, Allah’tan başkasına boyun eğmek, kula kulluk etmek, köleliğin ta kendisidir. Mümin, kendisini bâkî hakikatlere adar. Her durumda ve şartta hak ve hakikatin peşinde olur. Kalbini ve iradesini diri tutmaya gayret eder ve daima iyiyi ve doğruyu görmeyi kendisine hedef edinir. Kalbinde hiçbir sevgiyi Allah ve Resûlü’nün sevgisinden daha üstün tutmaz. Zira hakiki kul başka sevgileri Allah ve Resûlü’nün sevgisinin üstünde tutmanın, bütün kötülüklerin başı olduğunu bilir ve daima bu bilinçte olur.
Sümeyra Önal
*Abbâs bin Abdülmuttalib, Hz. Peygamber’in doğumundan iki veya üç yıl önce dünyaya geldi. Mekke’de onunla birlikte büyüdü. İlk gençlik yıllarından itibaren ticaretle meşgul oldu. Resûlü-i Ekrem Efendimiz (s.a.s), amcası Abbas’ı çok severdi. Aralarında üç yaş fark vardı. Çocuklukları beraber geçti. Mekke’de onunla birlikte büyüdü. Aynı yaştan iki çocuk ve aynı soydan iki genç olarak yetiştiler. Bu yüzden Sevgili Peygamberimiz, Abbas’a karşı “İnsanın amcası babası gibidir.” buyurarak ona hürmet eder saygı gösterirdi. Ayrıca onu, “Kureyş’in en cömerdi ve akrabalık bağlarına en çok riayet edeni” diye övmüş, Abbas’ı incitenlerin kendini incitmiş olacaklarını söylemiştir. (bk. Müslim, “Zekât”, 11; Tirmizî, “Menâḳıb”, 28).Hz. Peygamber’in cenazesini kaldıranlardan biri de Abbas’tır. Köle âzat etmeyi seven ve maddî varlığıyla İslâmiyet’e değerli hizmetlerde bulunan Abbas, seksen sekiz (veya seksen altı) yaşlarında Medine’de vefat etti.
Yorumlar