Bazı kelimeler ne kadar ilginçtir, sanki okurken kelimenin içerisinde biri belirir, var gücüyle bağırdıkça bağırır. Avaz gibi.
Bazı kelimelerin de canı var; “ben”, “sen” deyince çoğu zaman bir şey olmuyor ama “biz” dediğimizde hemen sağlam iplerle bağlayıveriyorlar bizi de can cana, gönül gönüle oluyoruz.
Geçen gün annemle yoldayken oradan buradan konuşuyorduk. Laf lafı açtı, bizim orada oturan Kara Ayşe teyzeye geldi. Kara Ayşe mi? İsmi niye öyle diye hiç sormak gelmedi aklıma. İnsan bazen böyledir, bazı şeyleri sorgusuz sualsiz benimseyiverir.
Kara Ayşe teyze bükük beli, dayandığı değneği ile mahalleyi dolaşır; tek başına yaşadığı için Allah’tan gayrısına verilecek hesabı olmadığını düşünür, günü bazen bizim kapıda, bazen başka komşularda geçirirdi.
Fındıklığın yan tarafında büyükçe bir arazisi ve içinde depremden sonra kendisine verilen iki odalı prefabrik bir evi vardı. Bizim bahçe ile onun bahçesini zeminden biraz yüksekte toprak ile yıkık dökük darabalar ayırırdı. Anneannem rahmetli, her akşam bir kap yemeği bizimle kendisine gönderir, ihtiyacını sormamızı isterdi. Bu iş, yani Kara Ayşe teyzenin yemek, içmek, efendime söyleyeyim sağlık gibi işlerinin görülmesi mahalleli tarafından da görev addedilmişti. O akşam anneannem yemek göndermemiş olsa da muhakkak bir el uzatanı olurdu. Bu ikramlar kendisine ulaştığında yüksek perdeden Allah nidalı dualar etrafımızda dolanır; kazadır, beladır ne menem şeyler varsa hepsinden bizi mahfuz kılardı.
Kara Ayşe teyzenin ilginç huyları vardı. Mesela ikide bir ölürdü. Nasıldı demeyin, ölürdü işte.
Bazı akşam yemeği iletmek için evine varır kapıyı tıklatırdık, açmazdı. Müsaade isteyip yine de girerdik. Çünkü kapı açık bırakılmışsa içeri girip bakınmak görevlerimiz arasında sayılırdı. Kapının karşısında bizi karşılayan bir kuzine, hemen onun yanında serili yatak döşek ve kendini Hakk’a teslim etmiş bir kadın bulurduk. Ses versek, biraz da dürtsek yine de cevap vermezdi. Birkaç dakika içinde öldü mü acaba korkusu ile yükselen nabız hareketlerimiz, onun bir deri bir kemik kalmış olan bileklerindeki zayıf nabız hareketleri ile birbirine karışır; ardından avazımız yettiğince etrafa seslenmemizle ortam hararetlenir, mahallenin büyükleri hemen başımıza toplanırdı. Takrîben beş on dakika sonra Kara Ayşe teyzenin cansız ellerine kan yürür, önce tek gözü sonra diğer gözü açılır; derken zamanla tekrar canlanır, dirilirdi. Uyanıklık haline kavuştuğunda bazen uyuduğunu söyler bazen de ölüp dirildiğine inanır, gördüğü şeyleri bize anlatırdı.
Ruhu şad olsun, bu Ayşe teyzenin bir lafı varmış:
“Gezici, adam eğler.”
Ne güzel bir hulâsa değil mi yahu, lafı hiç dolandırmıyor. Bu da canı olan bir ifade, hayatın içerisinde cuk diye yer buluyor kendine. Birbirimizle olan iyilik ve güzelliğimiz bazen de birbirimizi eğlemeye dönüşüyor.
Halden anlamaya ve hallerin, niyetlerin solunan hava gibi beden beden dolaştığını anlamaya muhtacız. Birleşen nefeslerin etrafında, bazen muhatabımızda gördüğümüz bir tamlık ya da eksiklik kendimizden de olabilir. Bize karşımızdan konuşan kendimizi görebilir miyiz, bilemem. Yazması kolay bunu da anlaması zor. Anlar mıyım/z, bilemem.
Bunları yazarken bir ses bana eşlik ediyordu. Ta eskilerden bir ses, geldi başımı okşadı. Belki onun avazı kalemi elime tutuşturup bir kağıda bunları yazmama sebep oldu. Duymaya muhtaç olduklarımı yazmakta olduğumu gördüm, ben de devam ettim. Şimdi yazım nihayetlendi. Bu sesi bir teşekkür olarak paylaşmış olayım. Vesselam.
Küçük yaşlarımda benliğimi terbiye etmekte çok sınamıştır bu ev beni. Temizlikten yoksun ve kendine has yalnızlığı içinde ananemin öğüdünü, verdiği görevi Allah için yerine getirmeli ya da o karmakarışık yerden kaçmalı fikri arasında çok gidip gelmiş ama görevimi çok şükür tamamlamışımdır. Allah rahmet eylesin her ikisine de.