Birazdan okuyacaklarınız gerçek bir hayat hikayesidir:
Peyker, sekiz ya da dokuz yaşlarında. Kız kardeşi İffet ise belki üç, belki dördünden gün almış. Erkek kardeşleri kundakta bebek. İşte anneleri vefat ettiğinde bu üç evlat henüz ana kuzusu. Babaları, Osmanlı ordusunda subay. Osmanlı, Trablusgarp Savaşı’nı, Oniki Ada İşgali’ni yaşadığı buhranlı bir dönemden geçiyor. Henüz Balkan cephesi açılmamış. O yüzden babaları hep görev icabı evinden uzakta; ya İstanbul’da ya da cephelerde. Annesiz kalan yavrular babaannelerine ve dedelerine emanet ediliyor. İki tonton ihtiyar, öksüzlere gözü gibi bakıyor. Onları baş tacı ediyorlar. Baba dedeleri de orduda görev yapıyor, kendisi “Tabur imamı”1 Osmanlı’nın Balkanları fethettikten sonra, Anadolu’dan gönderip, şimdiki Yunanistan’ın Serez kasabasına yerleştirdiği asker ailelerinden. Dinine kıymet veren ihtiyar insanlar, öksüzlerin bir dediğini iki etmiyor.
Babaları cephede olmadığı zamanlarda, bazen alır onları “Payton”larla tiyatrolara götürür. (Anneannem anlatırken faytona payton derdi; bence doğrusunu bilirdi, kulağına öyle söylemek keyifli geldiğinden öyle derdi). Hizmetlileri, gündüz yağmur olmasa bile, güneş ışıklarından korumak için şemsiye tutar çocukların üzerine. O yüzden hepsi bembeyaz pamuk gibi.
Bir gün dedeleri vefat eder. Yokluğuna dayanamayan babaanneleri de ardınca vefat edince; babaları yokluğunda onlara annelik edecek birisiyle evlenir. “İtalyan’dan dönme” bir hemşire ile evlenmiş dedem, derdi anneannem. Yani hristiyan iken müslüman olan bir hemşire. Hemşire, üvey evlatlarını da kocasını da çok sever. Mutlulardır. Vakit geçer, Peyker 12’sine, İffet 8 yaşına basar. Babalarının cepheden döndüğü bir vakit, bir kadın çıkar karşısına. Ayırır onu hemşireden, söylenene göre büyü işleriyle uğraşan hırslı bir kadınmış. Babaları, artık üç evladını bu kadına emanet eder göreve giderken. İşte o vakitlerde, öksüzlerin üzerindeki masmavi gökyüzünü kara bulutlar kaplamaya başlar.
Kadın, çocukları sevmez, onlara iyi davranmaz. Bir tek erkek kardeşleri, küçük diye herhalde, onu sahiplenir. Kızlar hizmetçi muamelesi görür. Vakit geçer, anne hasreti çeken İffet, İtalyan hemşireyi annesi bilir. Onu ara sıra hastanede ziyaret eder. Hemşire bir gün “İffet, büfenin (aynalı konsolun) üzerinde babanın küçük bir resmi var, onu bana getirebilir misin?” diye sorar. Belli ki sevdiği adamı unutamamıştır. İffet kırmaz onu, eve gider resmi alır; tam çıkarken, üvey annesine yakalanır. Acımaz kadın, ağzından burnundan kan getirene kadar döver. Hırsını alamaz boğazına sarılır. Peyker, önce ses çıkaramaz. Öyle ya büyüklere saygı öğretilmiştir. Ama bakar ki, kardeşinin gözleri yuvalarından çıkmış, ağzından köpükler geliyor; topuklu terliğin sivri topuğunu geçiriverir kadının kafasına. Kurtarır kardeşini. Kadın sinirlenir, ikisini de sokağa atar. Bir de üstüne babalarına mektup yazar, iffetsizlik ettiler; beni dinlemediler, diye iftira atar. Mektubu cepheye gönderir. (Peyker sonradan öğrenir bunu, büyüdüğü zaman.) Kızlar sokakta kalınca muhtar amcalarına yardım istemeye giderler. Babaları cepheye giderken muhtara, ‘bana bir şey olursa sana emanetler’ diye tembih etmiş. Muhtar dayanamaz çocukların çektiği acıya. İstanbul’daki akrabalarının yanına gönderir onları. Ceplerine paralarını koyar, karınlarını doyurur, yanlarına erzak ve bir iki kıyafet. İlk trenle yola çıkar iki kız çocuğu, tek başlarına. İstanbul’a gelen Subay kızları, akrabalarının yanına sığınırlar. Ama çok sürmez. ‘İnsan eti ağırdır’, derdi anneannem. Zorluklarla geldikleri İstanbul’da da barınamazlar. Manisa’ya, Turgutlu’daki anne akrabalarının yanına gelirler. Ne iş geliyorsa ellerinden yaparlar; tarlalarda çalışırlar. Zamanı gelince Peyker’e kısmet çıkar, evlendirirler onu; oğlanın adı Mustafa. Dünya iyisi, sakin, ağır başlı bir adamdır. Onun da Arnavutluk’tan geliş hikayesi bir başkadır. Yolları Manisa’da birleşmiş.
Vakit geçer, Peyker kocası ve kız kardeşi ile beraber tarlalarda çalıştıkları kazandıklarıyla geçinir. Peyker, çok beyaz olduğundan köyde Pamuk gelin diye çağırılırmış. Gel zaman git zaman Mustafa’nın akrabaları İzmir’e çağırırlar onları. Eskiden Tayyare mahallesi denilen, uçakların indiği havalimanına yakın, şimdi Alsancak Sümerbank arazisinin olduğu yerde bir eve yerleşirler.
Yakın zamanda Balkan Harbi duyulur. Bulgar, Yunan hep isyan etmiştir. Peyker’in aklı babasında… Acaba hayatta mı? Arkasından memleket işgal edilir. İzmir, Yunan işgaline uğrar. Yunan, İzmir’e ayak bastıktan sonra komşularına yaptığı işkencelere şahit olur, Peyker. İffet daha bekar o zamanlar. Gelecekteki kocası ise, Yunan’a kafa tutmak için gençliğinde silahlanmış, dağa çıkmıştır. Yapılan işkencelere şahit olmuşlar, ama bir yere gidememişler; ülke yangın yeri, nereye gidecekler. Yunan’ın evlere baskına geldiğini uzaktan görmek için nöbet tutan komşuları haber verir, hemen evlerinin arkasındaki duvardan atlar, arka taraftaki ormanlık arazide saklanırlarmış. ‘Yunan çizmesi yemeyen, vatan kıymeti bilmez’ derdi anneannem. Kurtuluş savaşından sonra Yunan’ı İzmir Körfezi’ne döktüklerini de görür o gözler. Oturdukları mahalleye çok yakın bir yere kurulan darağaçlarına asılır Yunan askerleri, eziyetlerinin bedeli olarak. Ona da şahit olurlar. Artık oturdukları mahalle Darağaç mahallesi olarak anılacaktır; günümüze kadar da öyle gelir.
Gel zaman git zaman Balkanlar’dan İzmir’e gelen muhacir ahbapları ile karşılaşırlar. Babasını sorar Peyker, ‘Hayatta mı babam?’ Yaşıyormuş babası. Ve hatta İzmir’e gelmişler, Karataş’a. Peyker hemen ertesi günü Karataş’ta verilen adrese gider. Uzaktan da olsa babasını görebilmek için. Görür de. Yaşlanmış babası, mutsuz görünür gözüne. O kadın da yanlarında. Durumları iyi, rahat bir hayat sürdükleri belli. Peyker cesaret edemez babasına kavuşmaya. Çünkü korkar o kadının yapabileceklerinden, artık Peyker’in iki kızı da vardır. Suat ve Saadet, iki pamuk kız çocuğu. Ve tabi Mustafa. Kız kardeşi zaten hasta. Cesaret edip çıkamaz karşılarına. İstemez mal da, mülk de, miras da. Yeter ki sevdiklerine bir şey olmasın, hasret çeker o… Ama İffetciğini genç yaşta kaybeder. İffet, çocuklarının küçük yaşta hastalanıp vefat etmesinin acısına dayanamaz hastalanır. Hem hayata hem de sıkı sıkı tutunduğu ablasına ve kahraman kocasına genç yaşta veda eder.
Peyker, annesiz, babasız, şimdi de kardeşsiz kalır. Ama artık iki kızı vardır, arkadaş olurlar ona.
İşte bunlar, anneannemin annesi, hem öksüz hem muhacir, Peyker ninemin hayatından sadece birkaç cümle. Hicret etmek zorunda kalanlardan iki kız çocuğunun hikayesi. Babaları cephede düşman askerleri ile çarpışırken; kızları büyük harpte çocuk halleriyle hırslı nefislerle savaşır. Kazananın kim olduğuna vakti gelince Allah Teâlâ hükmedecektir.
Gördüğünüz resimdeki ev, yaklaşık 120 yıllık. Tuğlalarında Peyker hanımın el izleri var. Harcını elleriyle karmış, kocasıyla beraber. Torunları, torunlarının çocukları, ben dahil, çocukken kapının yanındaki pencereden ayaklarımızı sarkıtır, dışarıdan geleni geçeni seyrederdik. O demirlikler, Peyker hanımın üzerimizdeki kalkanıydı belki. Bu ev, kız kardeşini koruduğu gibi, bizi de dışarıdaki kötülüklerden koruyan bir duaydı. Eli hep üzerimizdeydi sanki. Anneannem derdi ki, ‘Annem sert kadındı ama bize çok düşkündü. Ben Sabit’e (dedem) kaçtığımda Sabit otuz yaşlarındaydı. Ama Peyker hanım o kadar ısrar etti ki, Sabit iç güveyisi yerleşti’. Arada sırada atışsalar da abla kardeş gibi geçinip gitmişler, hep birlikte bu evde yaşamışlar. Peyker hanım hayatının son demlerinde kalabalık aile özlemini böylece gidermeye çalışmış.
Bu gördüğünüz ev biz torunlarına şunu söyler “İster içerdeki düşmanla savaş, ister babam gibi cephede savaş. Asla vazgeçme! Korkma, Allah bizimle! Beni küçük çocukken Rumeli’nden yola çıkarıp iki kız başımıza Turgutlu’ya selametle ulaştıran, senin için de hayırlar yazar. Sabret.” Bize bıraktığı miras, elle tutulur gözle görülür olmaktan çok, kalple hissedilir aslında. Ben Peyker ninemin güçlü duruşunu anlatan hikayelerle büyüdüm, her ne kadar onu görememiş olsam da. Anneannem anlattıkça yaşardım o anları. Şimdi yazıyorum. Belki bir dua gibi ruhuna. Rabbim mekanını cennet eylesin, Peyker hanım.
Mahya yazısını hazırlarken, Osmanlı’nın mahyalara “Muhacirîni unutma” “Yetimi unutma” yazdırdığını gördüğümde istemsizce gülümsediğimi hissettim. Nedenini şimdi daha iyi anlıyorum. Belki o vakitler bu mahyaları okuyan birisi, küçük Peyker’e yardım etmiştir. Bir nebze olsun mutlu olmuştur.
Muhâcir, hicret eden demek. Arapça kökenli bir kelime olup, dilimize değişmeden, “hicret” kelimesinden türeyerek girmiştir. Evinden, yurdundan ayrılan; keyfî sebeplerle değil, mecburen; canını, ırzını, aklını, dinini ve malını korumak için güvenli bir yere göç etmek zorunda kalan kimselere denilmektedir. Efendimiz aleyhisselâtu vesselâmın zorda kalarak hicret etmesi üzerine, Mekke’den O’nunla beraber ayrılıp Medine’ye yerleşen müslümanlara “muhâcir” denilmiş ve sonrasında benzer sebeplerle göç edenler için de aynı ifade kullanılmıştır.
Şimdi Ramazan’ın bize veda ettiği günleri yaşıyoruz. Fitrelerimizi, zekâtlarımızı vermek için hazırlanırken, biz de yetimi ve muhâciri unutmayalım. Belki bir yerlerde başka bir Peyker sizin yardımınızı bekliyor. Gözünün yaşını silelim. Haydi bulalım onu.
Nacizâne rica, selâm ve dua ile…
1 III. Selim’in (1789-1807) kurduğu Nizâm-ı Cedîd (1793) ordusunda uygulanmak üzere hazırlanan Levent Çiftliği Kanunnâmesi’ne göre “Her saf (tabur) için bir mektep açılacak, buralarda her gün Kur’ân-ı Kerîm ve ilmihal dersleri verilecek, neferlerin (erlerin) beş vakit namazı cemaatle kılmaları için her safa birer imam tayin edilecek ve Birgivî Risâlesi okunacaktı.” Böylece ordu içinde Tabur İmamı geleneği başlamış oldu. Tabur İmamı, terfi ettiğinde Alay Müftüsü unvanı alırdı . (Türk Ordusunda İmamlık Müessesi ve Çanakkale Muharebelerindeki Mânevî Rolü, Abdulhalim İnam)
Okurken ciğerimi dağladiniz. Ne acılar ne hanlar ne kederler sırlı saklı şu vatanın bağrında
Onlar ilk degildi, son da olmayacaklardı. Onları bulmak bizim görevimizdi. Belki yan komşusuyuz yetimlerin muhacirlerin, belki Kudüs’te bizi bekliyorlar Rabbim kavuştursun