“Vakitlerinin en hayırlısı, fakrını müşahade ettiğin, muhtaçlığını gördüğün ve zilletine geri çevrildiğin vakittir.” (Hikem-i Ataiyye, 103. Hikmet)
İnsan, hayatiyetinin devamı için de ruhunun nefes alması için de her daim Rabbine muhtaçtır. Fakat sağlık ve afiyet içindeyken gaflet perdesiyle bu muhtaçlık halini hissetmez, aldanır ve acziyetini unutur. Derler ki, firavunun yüzlerce yıl ilahlık iddia etmesi, başı bile ağrımadan sıhhat ve nimetle geçen bir ömrü olduğundandı.
Peki, kişiye lazım olan ilk şey nefsinin aczini bilmesi iken; nefsi iyi tanıyıp onunla mücâhede etmek gerekirken biz onun ne kadar farkındayız?
Allah; zâtı, sıfatı, efali yani fiilleri itibariyle ancak Allah ile bilinir. Özümüzde Allah’a aşinâ olan, elest bezminde Allah Teâlâ’yla vaadleşen bir ruhumuz var. Röntgen ışıklarıyla batnımızın görünmesi gibi, ruhumuzun derinlerini aydınlatan bir ışık, nur olsa görürüz ki bu bilgi keşfedilmeyi bekleyen bir hazine olarak bizde mevcut. Ama önünde onu sırlayan, görüşümüzden perdeleyen bir nefis engeli var. Nefsini bilen Rabbini bilir sözü de aslında bununla ilgilidir, burada kastedilen mana nefsin acziyetini bilmekle ilgili olsa gerektir.
Hani bazen etrafındakilere her istediğini yaptıran bir çocuk görürüz de “Küçücük çocuk nasıl da koca insanları parmağında oynatıyor.” deriz. Aslında o çocuk tecrübeleriyle, koca koca insanlara istediklerini nasıl yaptırtabileceğini çok iyi biliyordur. Bunun için bazen sevimli görünerek, bazen bağırıp çağırarak, bazen ağlayarak, bazen istediği hakkıymış pozlarıyla bir yol izler. Nefis de çocuk gibidir, istediklerini yaptırmak için her yolu kullanır.
Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Allah bir topluluk için hayır murad ettiğinde, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/81)
Kendindeki kusurları, ayıpları görmek nefse aciz olduğunu hatırlatır. Hastalıklar, ölümler, isteklerin çok olup insanın gücünün bunları karşılamaya yetmemesi acziyetimizdendir. Bilal-i Habeşi Hazretleri diyor ki, “Sen gaflet içinde ömrünü geçiriyorsun, sonra da ne kadar günahkâr ve muhtaç olduğunu söylüyorsun. Oysa hiç ihtiyaç sahibiymiş gibi hareket etmiyorsun, ganîsi gibi davranıyorsun. “İşte insan, huzurunu kaçıran bir sıkıntı olduğunda bu gafletten uyanır, acizliğini hatırlar. İmanı varsa; kendini unutmuş, Rabbini unutmuş olmanın mahcubiyetiyle dergâh-ı ilâhiyyeye yönelir. İnsan ihtiyacını veya istediklerini elbette Allah’tan isteyebilir. Fakat boyun bükerek Rabbine dönmek, O’nunla konuşabilmek veya halinden O’nun haberdar olmasıyla kalbinin sükun bulması hiçbir şeye değişilmez bir nimettir. İnsan bu vesile ile aczini, fakrını merdiven yapıp bir huzura çıkar. Kötü bir arkadaşa (nefse) uyup da evden kaçmış bir çocuğun boyunun ölçüsünü alıp onu seven ailesinin yanına dönmesi gibi; insan da muhtaçlığını anlayınca Rabbine döner. Hem de daha büyük bir ümitle. Evdekilerin yüz çevirme ihtimali vardır ama Allah Teâlâ ayet-i kerimede şöyle buyurur:
“De ki (Allah şöyle buyuruyor): Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Zümer, 39/53)
Hikem-i Atâiyye’deki bir sonraki hikmet de şöyledir:
“Ne zaman Cenab-ı Hak seni duaya muvaffak kılarsa bil ki sana ihsan etmeyi dilemiştir.” (Hikem-i Atâiyye, 105. Hikmet)
Yorumlar