Merhaba sevgili okur, nasılsınız?
Bugün sizi psikoloji camiasının arka bahçesine davet ediyorum. Size psikoterapiden, psikoterapi ekollerinden, aralarındaki çekişmeden ve nedenlerinden kısaca bahsetmek istiyorum. Psikoloji bugünkü manada ne zaman bilim oldu, psikoterapi denilen şeyin dayandığı zemin nedir gibi birkaç konuyu özetlemek gayesindeyim. Yazının sonunda, âdetim olduğu üzere, sürprizlere hazırlıklı olun derim. (Meraklısına ihtiyaç halinde detaylı bilgi verilir. Aşağıdaki yorum kısmından bana ulaşabilirsiniz.)
Günümüzde psikoloğa danışan kişilerin psikoterapi ile iyileşmesi beklenir. Peki nedir bu psikoterapi denilen şey? Belirli bir amaca yönelik iyileştirici bir ilişki şeklidir denilebilir. İyileşme olur mu? Olur. Fakat psikoterapi sihirli değnek değildir. Arkadaş sohbeti yahut dertleşme, hele hele birilerine verip veriştirip rahatlama hiç değildir. Psikoterapi, öncelikle ve özellikle kişinin kendi içine doğru olan anlamak, kabul etmek ve değiştirmek için planlı çabasının psikolog eşliğindeki bir kısmıdır. Bunun farklı yolları vardır.
Modern psikolojinin dayandığı temel birkaç kurama göre şekillenmiş çeşitli psikoterapi yöntemleri ve müdahaleleri var. Bu yöntemlerin bir kısmı birbirini destekler tamamlar mahiyette olsa da çoğunun arasında kavga var. Sanki “insan” dediğin şöyle iyi olur kavgası.
Bu psikoterapi yöntemlerinin kimisinde psikolog neredeyse yok denecek kadar az konuşur, kimisinde tam tersi. Bazı terapiler ev ödevlerini şart koşar, bazılarında rüyalar olmazsa olmazdır. Duygulara ve hayallere odaklanan bir ekol, düşüncelere ve oradaki hatalı çıkarımlara odaklanan başka bir ekol, davranışı hedef alan daha başka bir ekol vardır. Ve bu ekoller birbirleri ile bazen çelişir, çatışır. Nadiren bütüncül bir yaklaşım uygulanır.
Tüm bunlar psikolojinin, 1800’lerin sonuna doğru ait olduğu felsefe sahasından ayrılarak, modern zamanların “bilim”i olmak için kat ettiği yol ile alakalı. Elbette ki kastım bu işle uğraşan kişilerin zihinleri ve o zihinlerin, bilim için kullandıkları materyalist yöntemleri “insan” denilen varlığa uygulama çabaları. Bunun için öncelikle araştırma malzemesi olan insanın “ne” olduğunun, mahiyetinin (aşinaları için, Arapça: ma-hiye) anlaşılması gerekiyor.
Bu noktada size bir hikaye anlatmak istiyorum. Bu hikayeyi muhtemelen daha evvel duydunuz. Benim merak ettiğim, hangi versiyonunu duyduğunuz ve hikayeden hangi manaya ulaştığınız.
Kıssamız daha önce hiç fil görmemiş kişilerin köylerine fil gelmesiyle başlıyor. Bu kişiler kör ve filin ne olduğunu anlayabilmek için onu dokunarak tanımaya çalışıyorlar.
Şöyle ki:
İlk adam file yaklaşmış ve karnına çarpıp onun duvar gibi bir şey olduğuna karar vermiş. İkinci adam filin dişine dokunup onun mızrak gibi olduğunu söylemiş. Üçüncü adam hayvana sokulup kıvrımlı hortumunu fark edince zekice bağırmış: Anladım, fil olsa olsa bir yılandır. Dördüncü, filin dizine dokunmuş ve ağaçtır deyip, fikrini sabitlemiş. Beşinci adam filin kulağına ulaşıp en kör adamın bile filin bir yelpaze gibi olduğunu bilmesi gerektiğini savunmuş. Altıncı adam, filin çevresinde dolaşırken kuyruğuna dolanıp, anladım demiş, bu fil bir halat.
Bu altı kör adam, her biri kendi fikrinde katı ve ısrarlı bir kavgaya tutuşmuşlar da günü tamamlamışlar.
“Körler ve Fil” başlığı ile ararsanız bu hikayenin taa milattan önceye dayanan bir tarihi olduğunu bir çırpıda buluverirsiniz. Budist ve Hint metinlerinde yer alıyor. Doğulu kaynaklarda çok önceden birkaç farklı versiyonu ile yer alan bu metin, 19.yy’da Amerika’lı şair John Godfrey Saxe tarafından Avrupa’da bilinir olmuş. Ve bir hikmeti beyan etmek için senelerdir şerh edilmekte. Ama hangi hikmeti?
Filin ne olduğunu bilen ve kör de olmayan bizim gibiler için hikayenin ana fikrini yakalamak kolay görünüyor. Adamların her biri tecrübelerine göre düşüncelerinde kısmen doğrular ve aslında her biri hakikate göre kesin yanlışlar.
Doğu metinlerinde, bütünü kavrayamamış insanların düşünceleri, inançları ve yaptıkları kendilerine doğru görünse de aslında hakikate göre eksik ve yanlıştır; insanlar gerçeği, sadece kendi kısıtlı bakış açısıyla değerlendirir, kendini haklı görür ve fikirlerini sabitleştirirse inancı da o doğrultuda olmaya başlar ve yanlışa gider gibi nispeten makul bir izah için kullanılıyor. Avrupa’da ise bu hikaye, post-modern dönemin özellikleriyle uyumlu olarak hakikatin bilinirliğini sorgulayan, mananın zaten tam anlamıyla bilinemeyecek olduğunu iddia eden ekolün destekleyici metaforu olarak kullanılmakta. Öyle ya, gözü kör olan adam nasıl hata ettiyse, gözü açık olan da ancak gözünün gördüğünü bilir. Gözün görmediğini bilhassa da dinî konuları, hele bir ilahı tarif etmeye kalkarsan işte böyle indirgeyici olursun, komik duruma düşersin. İyisi mi girme hiç oralara dercesine, hakikat iddiasında bulunma, “bilinemez” de çık gibi bir yaklaşımın destekleyicisi bir metafor olmuş bu kıssa.
Bütünü kavrayabilmenin yolu tek bir bakış açısıyla bakmamaktır, eyvallah. Ya bakış açınızı “ben”liğinizden uydurmadıysanız… O bakışın dayandığı zemin, velev ki taklit olsun, kısıtlı bir bilim paradigmasının mahsulü değil de hakikatle ünsiyeti olan bir ilmin mahsulü ise ne olacak? İşte o zaman o bakışa güvenmek gerekir.
Haydi gelin, yukarıdaki fil kıssasını bir de Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden dinlemeye çalışalım. Hz. Mevlânâ kıssayı almış ve başka bir şekilde nazarımıza sunmuş. Tâhirü’l-Mevlevî’nin şerhinde, 8962. beyit ile başlayan bu versiyonda yine daha önce hiç fil görmemiş kişilerin köyünde, karanlık bir odada fil var ve adamlar fili dokunarak tasvir etmeye çalışıyorlar. Her biri bir kısmına vakıf olup iddialaşmaya başlıyorlar. Taa ki ışık açılıncaya/uyanıncaya kadar! İşte o zaman kavga diniyor. Hakikat ortaya çıkıyor. Baş gözüyle değil kalp gözüyle görülen bir hakikat denizine doğru kıssa devam ediyor…
Sevgili okur fark ettiniz mi? Bu sefer adamlar kör değiller. Sadece bilmiyorlar ve karanlıktalar. Işığa ihtiyaçları var! Bu temsil, sehven mi öyle yazılmış. Tabi ki hayır.
Hz. Mevlânâ sanki bize şunu söylemekte: Ey bilmediği hakikati anlamak için uğraşan insan, sende potansiyel olarak hakikati bilecek donanım var. Gözün var. Sana lazım olan şey, sana mani olan karanlığın gitmesi; ihtiyacın olan ışık (nur) geldikten sonra zaten hakikatin karşısında, kendi fikrinde ısrar ederek komik duruma düşmeyeceksin.
Peki nedir o ışık sevgili okur?
Din-i mübin-i İslam ve elbette Nur-i Muhammedî. O nur ki, her devirde herkese lazım! Modern zamanlarda, modern psikolojinin psikologlarına ve danışanlarına da had safhada lazım… O nur ile bakan gözü taşıyan insan, evvela kendi hakikatine sonra da tüm âleme bakabilse kaos anlamlı bir bütüne dönüşecektir.
Allah bize âyet-i kerimelerde geçtiği üzere zulümattan nura doğru geçmiş, nurları tamamlanmış kişilerden olmayı nasip etsin, diyerek bugünlük sözü tamamlıyorum.
Muhabbetle…
Yorumlar