Çok sevdiğim bir yazar “Kısa yazacak kadar çok vaktim yoktu.” der. Eskiden öyle imiş, herkesin sanatlı anlatımlara biraz daha vakti varmış. Ama şimdi dikkat süremiz yedi saniyeden, üçe düşmüş. Belki de bu iyi haber, yakında “an”ın bir kıymeti olacak.
Şimdi bana “Yazınızı bekliyoruz.” denildiğinde kendi okumayacağım uzunlukta olmamalı diyorum. Sanırım o yüzden uzun sürüyor bu kısa yazıları yazmam. Vakit az mı az, size bir şeyler anlatmak için çok zamanım yok. Sanatsal girizgahlar yapmak, ağır ağır konuyu açmak, Allah aşkına kimin vakti var tüm bunlar için?
İyisi mi sadede gelelim. Biliyorum sanal lafından da sanal gerçeklikten de bıktınız. Dahası sanal gerçeklik, gerçeğimiz oldu ve artık gerçek neydi diye bile sorgulamaz olduk. VR gözlüklerine ne hacet? Çoktan elimize yapışmış ekranlar gözümüze girdi bile. Şunları yazarken inanın geri kafalılığımdan utanıyorum. Muhtemelen ileride suç sayılacak.
-Sen gerçekliği savundun!
-Hayır! savunmadım!
Ama bekleyin; daha kaleme inanan son bir kaç antika insandan olduğumu öğreneceksiniz.
Bir film seyretmiştim. Hiç de öyle başı sonu aklımda kalmadı. Hatırladığım kadarıyla filmi anlatayım: Bir antikacıdan eski bir çanta satın alan, yazar olma sevdasındaki genç (Bradley Cooper) çantanın içinde el yazması, harika bir kitap bulur ve bu kimin, bu kimin diye pek de soruşturmadan “sahibi yoksa benimdir” der. Sonra olaylar gelişir. Kitap çok beğenilir, bir anda çok satanlar listesine girer ve yeteneksiz yazar müsveddesi “ben oldum artık” der.
Yazar bir gün şan şöhretten bunalmış halde parkta soluklanırken, yanındaki banka yaşlı bir adam (Jeremy Irons) gelir. Ona uzun uzun büyük bir hayranı olduğunu, kitabını çok beğendiğini, nasıl olur da gencecik bir adamın savaş yıllarını böylesine betimleyebildiğine şaşırdığını söyler. Üzerine, ezbere bir kaç pasaj okur ki burada artık yaşlı adam, yalancı yazarı iyice işkillendirir. Kalkmaya yeltenirken “Kitabımı imzalar mısın?” diye rica eder. Genç yazar isteksizce üzerini arar ve “Üzgünüm yanımda kalem yok”, der.
O zaman yaşlı adam, tokattan daha ağır olan şu cümleyi söyler: “Ne garip! Kalemi olmayan bir yazar” Bir yandan da kendi güzel dolma kalemini uzatır. Artık şüphemiz yoktur ki o eski çantanın sahibi ve el yazması kitabın yazarı çıkagelmiştir. Bütün filmden aklımda kalan tek sahne bu; sahtekarlık aslında bu kadar ayan.
Yazarlık iddiasında değilim ama ‘İkra’ emrini duymuş, her kul gibi okurluk iddiasında olmam lazım. Altını çize çize okumazsam da her şey havada kalır sanki . O yüzden, ne zaman çantamı açsam ve kazara kalemsiz olsam ‘yazıklar olsun sana’ der, çok kızarım kendi kendime.
Pekala şimdi kalemi, kitabı kaldıralım da sözlü oluyormuşçasına söyleyelim. Bazı şeylerin sahte oluşları bu kadar aşikârken nasıl oluyor da biz inanıyoruz?
Neden şunu diyemiyoruz:
“Kalemi yok ki, yazar olsun!”
“Doğru değil ki, dürüst olsun!”
“Sanalı ne ki, gerçekliği olsun!”
Tüm bu sorunları, sanatsal bir ışık hızıyla özetleyen beyitler yazılmış zamanında. Tam da günümüzün biz zamansız insanlarını kendine getirecek bir tonda söylenmiş.
Tâc marifet tâcıdır, sanma gayri tâc ola
Taklid ile tok olan, hakikatte aç ola
Gaybî
Yorumlar