Ebu Said’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurdu:
“Yorgunluk, hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar Müslümanın başına gelen her şeyi, Allah onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Buhârî, Merdâ1, 3; Müslim, Birr 49)
İnsan yaratılışından ötürü hata yapan bir varlıktır. Yaptığı hatalar çoğu zaman ona huzursuzluk verir, hatasından pişmanlık duyar ve Allah Teala’dan af diler. Zira mümin bağışlanmaya muhtaçtır. Bu hadis-i şerifte de Efendimiz (s.a.s.) o muhtaçlığımıza müjde olarak başımıza gelen sıkıntıları Rabbimizin hatalarımızı affetmeye vesile kılacağını söylüyor.
Başa gelen musibet 3 sebeple gelir;
İlki bir sünnetullah gereği ceza olarak (Şura, 42/30); ikincisi, günahlara kefaret sebebiyle gelir. Eziyetler karşılığında kul sabrederse günahları affolunur. (Buhâri, Îman, 39) Üçüncüsü ise günahları sildiği gibi kulun derecelerini artırmak için Allah-u Teala böyle yapar. (Tirmizi, Zühd, 56)
Buna baktığımızda görüyoruz ki başa gelen her bela mutlaka ceza anlamına gelmez. Çoğu zaman dıştan musibet gibi görünenler, içinde nice nimetler barındırır. Bu da musibetlerin olumlu yönlerine işaret eder. Çünkü o musibetler insanı eğitir ve olgunlaştırır. Yine o sıkıntılar neticesinde günahlarımız bağışlanır. Üstelik o sıkıntı ayağımıza batan bir diken dahi olsa. Bunu bilen insan için elbette musibetleri bütünüyle zahmet değil, rahmet olarak görmek de kolaylaşır.
İnsan hayatı boyunca birçok farklı olay ve duygu yaşayabilir. Burada mühim olan yaşadıkları karşısında gösterdiği tepkilerdir. Başımıza gelen musibetlerden ötürü üzüntü duymak elbette tabiidir. Bunda bir sakınca olmadığının en güzel örneği Resûlullah’ın (s.a.s.), oğlu İbrâhim’in vefatı sırasında ağlamasını yadırgayan bazı sahâbîlere, “Bu bir şefkattir; kalp üzülür, göz yaş döker; ancak bizim ağzımızdan rabbimizin razı olmayacağı hiçbir söz çıkmaz.” demesidir. (Buhârî, “Cenâʾiz”, 44; Müslim, “Feżâʾil”, 62)
Allah’tan gelene metanetle sabredildiği takdirde yaşadığımız sıkıntıların hatalarımıza ve günahlarımıza kefaret olacağını bilmek insana büyük ferahlık verir. Aynı zamanda sıkıntılarımızın, günahlarımıza kefaret olduğunu bilmek, olaylar karşısında sabır gösterme noktasında da bizlere kolaylık sağlar.
Burada önemli bir husus da sabrı doğru anlamamız gerektiğidir. Efendimiz, “sabır, musibetin başa ilk geldiği anda gösterilen tepkidir.” (Müslim, Cenaiz, 15) diyerek sabrı en güzel biçimde tanımlar. Buradan anlarız ki olaylar karşısında devamlı şikayet edip her türlü isyanda bulunduktan sonra sabretmek hakiki bir sabır olmaz.
Nitekim böyle bir davranış hem eza çekip hem de çektiğimiz sıkıntının sevabından mahrum kalmaya sebep olur ve bu da daha acı bir durumdur. Yine biliriz ki sabır, tahammül değil hakiki bir teslimiyettir. O hakiki teslimiyet de bizi Rabbimize yakınlaştırır.
Bu hadiste, Allahu Teala’nın sonsuz merhametine de şahit olmuş oluyoruz. Günlük hayatımızda yaptığımız işler neticesindeki yorgunluğumuz dahi kusurlarımızın affına sebep olduğunu söylüyor Efendimiz (s.a.s.). Bu da biz Müslümanlara büyük bir sevinç kaynağı oluyor. Çünkü biliyoruz ki bizler bu dünyada yorulup sıkıntı çektikçe günahlarımızdan arındırılıyoruz. Bu da esas hayatımız olan ahiret için nice güzelliklere vesile oluyor. Yine başımıza gelenlere bu bilinçle yaklaştığımızda da kabullenişimiz ve o sıkıntıyı aşmamız kolaylaşıyor, irademiz güçleniyor, sabrımız artıyor ve en güzeli yükümüz hafifliyor. Dileriz bu bilinç daima hatrımızda olsun.
EBÛ SAÎD el-HUDRÎ
Medine’nin Hazrec kabilesinden olup daha çok künyesiyle tanınır. Hudrî nisbesini dedelerinden Hudre’ye nisbetle almıştır.
Genç sahâbîlerin en fakihi olarak bilinen Ebû Saîd el-Hudrî “imam” ve “Medine müftüsü” lakaplarıyla anılmış, pek çok fetvası kaynaklarda yer almıştır. Onun rivayetleri, Hz. Peygamber ve ashap dönemine açıklık getiren söz ve yorumlar ihtiva etmesi bakımından dikkat çekicidir. Kendisi çok hadis rivayet eden yedi sahâbîden biridir.
Ebû Saîd, Uhud Gazvesi’ne katılmak için Hz. Peygamber’in huzuruna çıktığı zaman on üç yaşındaydı. Babası Mâlik, gelişmiş olduğunu söyleyerek onun savaşa katılmasını istemesine rağmen Hz. Peygamber buna izin vermedi. Mâlik bu gazvede ailesine bir gelir bırakmadan şehid düşünce annesi Ebû Saîd’i yardım talep etmek üzere Hz. Peygamber’e gönderdi. Resûl-i Ekrem ona, istemekten sakınanı Allah’ın iffetli kılacağını, halktan bir şey beklemeden elinde olanla yetineni zengin edeceğini, sabretmek isteyene de sabır vereceğini söyledi. O günden sonra Ebû Saîd kimseden bir şey talep etmedi.
Ebû Saîd’in kendisinden öğüt isteyen birine şunları söylediği rivayet edilir: “Allah’tan kork, çünkü her işin başı Allah korkusudur. Cihada sarıl, çünkü cihad İslâm’ın ruhbaniyeti, dünya zevk ve lezzetlerine kapılmama hissidir. Allah’ı zikretmeye ve Kur’an okumaya devam et ki seni gökte melekler, yerde insanlar arasında yaşatacak olan budur. Doğruyu söyle, bunun dışında da sükûtu tercih et. Bunları yaparsan şeytanı yenersin.”
Yorumlar