Merhaba sevgili okur, nasılsınız?
Bu sene Ramazan ayının sonlarına doğru yaşanan elim hadiseler vesilesiyle istedim ki dostluk, düşmanlık ve aidiyet duyguları üzerine biraz düşünelim. Mevzuya bir de psikolojik açıdan yaklaşalım.
Öncelikle başlıktaki “kolektif kimlik” ve “ümmet bilinci” mefhumlarına değinmek istiyorum. Bunlar ne ki, birbirlerini yenmelerinden bahsedebiliyoruz? Bunlar iki futbol takımı mı, savaşan askerler mi?
Kolektif kimlik, modern psikoloji ve sosyoloji sahasına ait bir terimdir ve bu sahalarda çeşitli versiyonları ile incelenmektedir. En genel manada bir topluluğu oluşturan bireylerin benimsedikleri ortak kimlikleridir diyebiliriz. O topluluğa ait bir bağın, duygu düşünce ve davranışlara yansımış halidir. Örneğin bir aşirete yada ulusa mensubiyetle ilgili kimlik, bir futbol takımının taraftarlığına ait kimlik, bir siyasi partiye ya da yöreye atıfla yapılan kimlikler, mesleki kimlikler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar vs.
Ümmet mefhumu ise Kur’an-ı Kerim’de tekil ve çoğul olarak 64 yerde geçer. İslamî bir terimdir. Bir yöneticiye yani peygambere bağlı olup da din, zaman, mekan gibi ortak özelliklerden bir veya birkaçını taşıyan insanlar hatta canlılar manasında kullanılır. Ümmet bilinci ile, belirli bir şuurluluk hali kastedilir. Parlak bir akıl ile doğru duyguların birleşmesinden oluşan, topluluğa ait hissettiren bağın, duygu düşünce ve davranışlara yansımış halidir.
Her iki kavramın da ortak yönü dikkatinizi çekmiştir sanırım. Bu yön onları aynı kategoride karşılaştırılabilir kılıyor. Farklılaştıkları ve benim “yenmek” diye îmâ ettiğim yönüne gelince işler biraz karışıyor. Bu noktada “ben”i ve “biz”i tanımlamanın nükteleri devreye giriyor.
Bu detaylardan bendenize ilginç gelen iki meseleye odaklanmak istiyorum:
Birinci nükteyi, ümmet kelimesinin kökeni incelenirken görebiliyoruz. Yaygın kanıya göre kelime Arapçadaki liderlik, yönelmek, birleşmek manalarındaki “emm” kökünden geliyor. Bazı oryantalistler ise kelimenin aslının İbrânîce, Ârâmîce veya Akadca olduğunu ve halk anlamında kullanıldığını iddia etmişler fakat bu iddia zayıf bulunmuş.1 Burada dil biliminin detayları değil, manadaki detay gözüme çarpıyor sevgili okur. Ümmet olmak için, bir sıfatla bir topluluğa bağlı olmak yeterli midir; yoksa bir şuur, kasıtlı bir yönelim, liderlik ve birleştiricilik olmadan ümmet olmaktan bahsedilemez mi? Cevabını size bıraktım.
İkinci nükte, sosyolojinin detaylarında gizli. Gruba ait kimlikler incelenirken iki anlayış var. Birisi kimliği tanımlarken, bireyi diğerlerinden ayrıştırma noktasına yoğunlaşıyor; “farklılık” merkezli. Diğeri ise bireyi bir bütüne ait kılma noktasında “benzerlik” merkezli. Farklılık vurgusu yapılan tanımlamalarda özellikle “biz/ben”i, “onlar/diğerleri”nden ayırt etmek; benzerlik merkezli tanımlamalarda ise “ben”i “biz”e ait kılmak şeklinde bir yöntem takip ediliyor.2
Şimdi size sorularım şunlar:
Sizin toplumsal kimliğiniz hangi minval üzere gidiyor?
Bir sıfatla bir topluluğa ait hissediyor musunuz?
Bu aitlik hissi size kâfi geliyor mu?
Sizin ötekiniz kim?
Bir gruba aitlik hissi sizde bir şuur, kasıtlı bir yönelim oluşturuyor mu?
Peki ya beninizi ve bizinizi diğerlerinden ayrılan yönlerinizle mi, yoksa bütünleşen yönlerinizle mi hissediyorsunuz?
Bu noktada aidiyet duygusuna biraz daha detaylı odaklanmak gerekiyor. Aidiyet duygusu doğuştan gelen çok önemli bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Psikoloji bilimi bu ihtiyacın güvenli bağlanma ile doğrudan ilişkili olduğunu belirtir. Yani insanlar doğdukları andan itibaren önce bağlanma ve sonrasında da ait olma hislerinin çekirdeği ile yüklü olarak dünyaya gelirler. Bu hislerin en iyi karşılık bulduğu yere göre, bazen de en az acı verdiği yere göre kendi kimliklerini oluşturma çabasına girerler. İşte tam burada “biz olmak” hissi ya da “ben sizden değilim” hissi devreye giriyor. Toplumda nesillerin, kendilerinden öncekilerin kimliklerine bağlanmasını veya onları reddetmesini anlamak için mühim bir detay. Müslüman ailelerin çocukları neden kendilerini başka sıfatlarla tanımlıyorlar? Kime yakın kime uzak olduklarını, kime dost kime düşman olduklarını nasıl belirliyorlar?
Bağlanma ve ait olmak boşluk kabul etmeyen bir ihtiyaçtır. Kişi bir yere bağlı ve ait hissetmiyorsa, mutlaka başka bir yere bağlı ve ait hissetme çabasına girecektir. Bu çaba da onun benini/bizini ve ötekisini algılayışını doğrudan etkileyecektir. Ya dengeli bir bütünleşme, tatmin ve güvenlik hisleriyle “kendisi” olarak potansiyelini ve şahsiyetini ortaya koyacak, ya da yabancılaşma hissinin pençesinde belki kızgın belki de küskün bir halde güvenli bir liman arayacaktır. Bu arayış, dışarıdan manipülasyonlara, tehlikelere çok açık. Aman dikkat!
Esasında öteki olmadan beni, diğerleri olmadan bizi tanımlamak çok zordur. Ben diyorsam öteki, biz diyorsam diğerleri vardır. Bu, tarif gereği kaçınılmaz. Yerine göre kötü de değil, hatta gerekli denilebilir.
Peki, biz ve diğerlerini en iyi dengeleyen, bir arada tutan paradigma nedir?
Bendeniz buna “Hû Medeniyeti” demek istiyorum.
Hû Medeniyeti’nin ve o medeniyetin içinde güvenle, insanca yaşamanın detaylarını bir sonraki yazımıza bırakarak sizi Allah’a emanet ediyorum.
Bu günlük bu kadar olsun, muhabbetle…
1. https://islamansiklopedisi.org.tr/ummet
2. https://sbedergi.sdu.edu.tr/assets/uploads/sites/343/files/28-sayi-yazi21-12112017.pdf
Hu medeniyeti 🙂 🌺