Fındık’ın kızı derlerdi ona. Kendi adı unutulmuştu. Annesinin sadece ismini almıştı. Bir de uzaktan akraba Hacı Anne’nin kapısını bırakmıştı annesi. Ziyaretine gittiğinde eli boş göndermeyen, zekattan, kurbandan onun da payını ayıran, merhametli bir kadındı. Fındık’ın kızıyla yaşıt, elleri pamuk, saçları ipek, dişleri mercan gelinlik torunları vardı Hacı Anne’nin.
Yardımlarına karşı gururu kırılmasın diye çeyizlik sipariş verirlerdi Fındık’ın kızına o da rengarenk iğne oyaları yapardı. İsimleri çarkıfelek, gül oyası, yedi dağın çiçeği olan bakmaya kıyılmaz iğne oyaları. Gri bulutların erkenden kararttığı dar sokağa bakan pencerenin önündeki sedirde oturur, elindeki iğneyi göremez olana kadar örerdi. Gelinlerin mutlu yüzlerini süsleyecek yapraklar, salkımlar, motifler birer birer ortaya çıkarken onun içi daralırdı. O yazmaları örtünecek kızları üzgün, kırgın, yalnız düşününce rahatlar, esmer yüzü aydınlanırdı. Ortalık iyiden iyiye kararınca, çoktan soğumuş sobanın arkasında üstünü örtecek kimse olmadan uyuyakalırdı.
Hacı Anne’nin taze çörek kokan evine geldiğinde düşündüklerinden utanırdı. Güler yüzle karşılanır, sofraya oturtulur, ince ince hali hatırı sorulurdu.
Yuvarlak bantlı bir teypte hep aynı şarkılar çalar, kızlar ağız dolusu gülerek görücülerini anlatırlardı. Giydiklerine, taktıklarına, ağızlarından çıkan sözlere ağzı açık ayran budalası gibi hayran bakakalırdı. Söyleyecek söz, verecek cevap bulamazdı. Dizlerini kalorifere yapıştırır, çorabının söküğü görünmesin diye ayaklarını saklar, usulca çayını yudumlardı.
Bazen “Fındık da ne biçim isim, kim bulduysa?” derlerdi laf olsun diye. Eliyle iri dişlerini saklamaya çalışarak gülümserdi. Annesinin biçimli dudaklarına, siyah sürmeli gözlerine yakıştırılan Fındık lakabı yüzünden asıl adının unutulduğunu söylemekten utanırdı. Söylerse arkasından “Sen kime benzemişsin o zaman?” sözünü duyacağından korkardı. Hacı Anne konuyu değiştirir, onun çöpünü de çatacağına, düğününde kalburla su taşıyacağına söz verirdi.
Sonraları kızları göremez oldu. O gelince uykuda ya da çarşıda diyorlardı. Hacı Anne’nin işi gücü çoktu, mutfaktan şöyle bir görünüp kayboluyor, eskisi gibi muhabbet etmiyordu Fındık’ın kızıyla. O da yavaş yavaş ayağını çekti.
Kızların her seferinde o gittikten sonra hastalandığını, evdeki kırılıp dökülmeleri nazarından bildiklerini söylemediler. Hacı Anne’nin kıpır kıpır Felâk, Nas okumaktan dudaklarının yapıştığını,
Üzerliksin, havasın;
her dertlere devâsın;
sen bu evde iken
bi-iznillâh kazâ belâ savarsın.
diyerek odalarda tütsü gezdirdiğini de hiç fark etmedi. Çöpü çatılmadığı gibi düğününde kalburla su taşıyan da olmadı.
Yorumlar