“Şayet senin Hak Teâlâ’ya kavuşman ancak kötülükleri imha ve iddiaları izaleden sonra gerçekleşecek olsaydı bu ebediyen mümkün olamazdı. Lakin o seni kendine vasıl etmek dilerse, vasfı ile vasfını, sıfatıyla sıfatını örter. Dolayısıyla senin Cenab-ı Hakk’a vuslatın senden O’na olan gayret ve amelle değil, ancak O’ndan sana tecelli eden ilahi lütfuyla hasıl olur.” (Hikem-i Atâiyye 134. Hikmet)
Mümin kul günaha düşer fakat müminin özelliğidir ki günahından razı olmaz. Kalbin bir istihkakı vardır. Ya nefsinden memnûn olmakla bir itminan yaşar ya da Allah’ından.
Zulüm bir şeyin yerinde olmamasına denir. Her hareketinde adil olmak, yerli yerince davranmak peygamberlerin vasfıdır. Onlar Allah’ın muradına en uygun ve isabetli hareket eden zatlardır. İsmet sıfatlarıyla gizli ya da açık her türlü günah ve masiyetten berîlerdir. Kendilerinden sadece zelle denilen fiiller sadır olabilir. Zelle; bir mevzuda daha iyi bir ihtimal varken ona göre daha düşük olanın tercih edilmesidir, ki o zelle de takdir-i ilahi icabıdır. Bu bağlamda düşününce onlardan başka zalim olmayan yoktur.
Eğer Allah’a vasıl olmak için günahlarımızı bitirmek, kusurlarımızdan tamamen kurtulmuş olmak gerekseydi biz O’na ebediyen vasıl olamazdık diyor Atâullah el-İskenderî. Fakat vuslat bizim ona sunduğumuzla gerçekleşmez. Onun bize lütfuyla gerçekleşir. Kuluna yakınlığını bahşetmek isterse ona kendi vasfından verir. Sıfatına bürür. Ahlâkına bezer. O vasıf o kulda olduğu müddetçe hep O’nu ister.
Öyleyse Atâullah el-İskenderî şunu da demiş oluyor ki şayet sen kendini O’na yakın hissettiğin bir amelini görürsen bil ki o, senin O’na gönderdiğin amel değil, O’nun sana lütfettiği ameldir.
Yorumlar