Kader, zihinlerin savrulduğu ve düşüncelerin tutarlılık niteliğini yitirdiği bir konu gibi gözükse de insanın, ilâhî tasarrufu her şeyde müşahede edebilmesine ilişkin güçlü bir vurgu içerir. Kadere iman, Allah’ın üzerimizde gözüken fiillerinin idraki ve kulluğumuzun kemal derecesine ulaşması açısından büyük bir amaçtır. Kulluk söz konusu olduğunda iradeye yönelik konuşmalarımız öne çıkar ancak ilahlık söz konusu olduğunda bu konuşmalar hayrın ve şerrin yaratıcısı olarak Allah’ı görmekle yerini vahdet ve vuslata bırakırlar. Ehl-i sünnet insan fiillerinin tüm tezahürleri ile birlikte Allah’ın takdirine bağlı olduğu kabulünü ortaya koymuş; böylelikle teklif ile başlayıp işi Hakk’a teslim etmekle kemal bulan kader inancıyla insanî yükselişin zeminini de belirlemiştir.
Cebr olmayıp irâde-i cüziyye olsa da
Kim fiilini muhâlif-i hükm-i kader eder
(Ahmet Mahir Efendi, Hikem-i Atâiyye Şerhi, 3. Beyit)
Cebr yoktur, cüz’i irâde vardır. Ancak yine de kim kaderin hükmünün tersine bir şey yapabilir? Kimse kaderin hükmünden [Allah’ın dileyip hayrı da şerri de yaratmasından] çıkamaz, ona aykırı bir iş işleyemez.
Yorumlar