İLAN
“Muhammen kıymeti 400, teminatı 30 TL. Kasımpaşa’da vaki mülga Mevlevihane Tekkesi’nin mutfak ve dervişan odalarının enkazı satılıktır. İhaleler 12.6.1942 günü saat 11’dir. İsteklilerin o gün vakıf akar ve mahlukat kalemine müracaatları.”
Tasvir-i Efkar gazetesi okuyucuları 1942 yılının 10 Haziran’ında işte böyle bir ilanla karşılaştılar.

29 Mart 1924 tarihli Resimli Gazete’de dergahların ilgasıyla ilgili bir haber
2 Eylül 1925’te yürürlüğe giren Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu, Konya’daki Hz. Pîr Celaleddin Rumi’nin asitanesi hariç bütün tekke ve zaviyeleri kapsıyordu. Hz. Pîr’in asitanesi için müze şeklinde korumaya dair bir karara varılmış, bugün aslına uygun şekilde yeniden yapılarak kapılarını halka açan Kasımpaşa Mevlevihanesi ise 20 Eylül 1925’te Vakıflar Müdürlüğü’ne devredilmişti. Yalnızca semahanede duran bir bekçiye emanet edilen Mevlevihane’den yirmi yılın sonunda geriye kalanlarsa bir gazete ilanı ile satışa çıkmıştı.
Tarihler Mart 1979’u gösterirken Mevlevihane’de çıkan yangından hemen önce burada 30 yoksul ailenin barındığını kaydedilmiş. Bu iki zaman arasında güreş müsabakaları yapılan, oda oda kiraya verilen, bir dönem de okul binası olan mevlevihane o günden sonra giriş kapısı ve merdivenlerinden ibaret olarak kalmış. Mevlevihane öyle bir yanmış ki nerdeyse yüz yıl sonra Anka misali böyle küllerinden doğacağını muhtemelen kimse tahmin etmemiştir.
FERHAT GİBİ
Evliya Çelebiye göre Sultan IV. Murad devrinde Abdullah Dede Hazretleri, namı diğer Sırrı Abdi Dede, ahbablarının himmetiyle kendisi de Ferhat gibi çalışarak bu dergahı yaptırmış. Aşçı Dede’nin Hatıraları’nda da mevlevihanenin Fırıncızade Sırrı Abdi Dede tarafından, kendine ait bostan içine yaptırıldığı kaydedilmiş. Evliya Çelebi’nin meşhur rüyasının da şârihi olan Sırrı Abdi Dede dergaha kim gelirse onu ilk görüşte hemen ismi ile selamlar, yani kişi kendini tanıtmadan o ismen hitap edermiş. 1661-62 yıllarında Hakk’a yürüyen Sırrı Abdi Dede hamuşana, mevlevihanenin kabristanına, sırlanmış.
İstanbul’un beş mevlevihanesinden üçüncüsü olan Kasımpaşa Mevlevihanesi, halkın çokça rağbet ettiği bir medeniyet ve kültür ocağı olmuş. Osmanlı Dönemi’nde bir kaç defa tadilat gören mevlevihanenin son onarımı ise II. Mahmud zamanında yapılmış. Meşhur Hattat Yesarizade İzzet Efendi’nin yazdığı tamir kitabesi, o günden bu güne miras kalarak adeta mevlevihaneyi ve tarihini koruyan muhkem bir bekçi olmuş. Mevlevihane’nin içinde saklı olan kültür mirasından elle tutulanları, Vakıflar’a devrin ardından çeşitli müze depolarına kaldırılmış, rivayete göre bir kaç parça müstesna.
SEYFEDDİN DEDE’NİN TESBİHİ
Araştırmacıların naklettiğine göre, halk arasında yaygın bir rivayet olarak yaşı geldiği halde konuşamayan yahut yürüyemeyen çocuklar Mevlevihane’nin son postnişini Seyfeddin Dede’ye gelir, onun duasını alıp tesbihinden geçerek şifa bulurmuş. Belki de bu sebeple tesbih ve post bir müddet mevlevihanede kalmışsa da muhtemelen kaydı tutulamamış pek çok kıymetli eşya gibi onlar da sonradan kaybolmuş.
Bu noktadan bakıldığında da görülebileceği gibi Kasımpaşa Mevlevihanesi, yalnızca Mevlevîlik yoluna mensub olanlara değil, herkese hizmet ediyor, halkın meselelerini de kendi içinde çözüyordu. Aksi halde halk hafızasında böyle bir anının kalması nasıl mümkün olabilirdi?
ATEŞE DAYANAN TOHUMLAR
Kızılçam ağaçlarını hepiniz bilirsiniz. Bu ağaçların pek bilinmeyen bir özelliği tohumlarının yangına dayanıklı olmasıdır. Bir yangın sırasında koca bir kızılçam ormanı yok olsa bile, ağaçların o sırada toprağa düşürdüğü tohumlar, yangın enkazının altında hiç bir insan müdahalesi olmaksızın doğru zamanı bularak yeniden yeşerirler.
Kasımpaşa Mevlevihane’sinde neredeyse yüz yıl sonra ve tam da yüz yıl önceki gibi bugün ilk kez bir Sema Mukabelesi icra edilirken, Hakk yolunda yürürken halkı ihya eden bir medeniyetin geride bıraktığı güçlü tohumları görmemek mümkün mü?
BUGÜN
Hafızamızı koruyan ve bize nereye ait olduğumuzu gösteren Kasımpaşa Mevlevihanesi gibi mekanlar, yalnızca bir sivil mimari örneği olarak bile vefayı hak ederken yıllarca harabe halde kendi zamanlarını beklediler. Bugün aslına uygun biçimde, kendine ait kimlikleri ile gün yüzüne çıkıyorlar. Bütün bunlar olurken olduğumuz yerde yaptığımız şeyler bizi biz yapan ayrıcalıklı bir vasfa dönüşüyor. En azından durup bakalım, karıncanın ağzındaki bir damla su muyuz yoksa ayağına değen taş mı?
Kaleminize sağlık, okurken adeta o günlere gittim. Anka kuşu sembolü tam da buraya uygun düşmüş. Hayırlı olsun.