“Ey insan, keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?” (İnfitar, 82/6)
İnfitar suresinde geçen ve ‘aldatan’ olarak çevrilen (غَرّ) “garre” kelimesi bir kıraatte (غرور) ‘gurur’ yani kandırıcılar, ayartanlar şeklinde okunmuştur. Gurûrun, kendine güvenmekten gelen övünç, benlik, kibir, azamet gibi manaları vardır. Bizi aldatan yine kibrimiz, gururumuzdur. Bu ise Kerîm ve mülkün sahibi olan Allah’ın nimetlerini göremeyip elimizdekileri kendimizden bilmekten kaynaklanır. Oysa Allah Teâlâ bizim emanet ehli olmamızı istemiş, bizlere bahşettiği tüm nimetleri bu bilinçle rızası yolunda harcamamızı murad etmiştir.
İnsan için en mühim kavramlardan biri olan emanet sıfatının günlük yaşamda yalnızca para pul emanet etmeye indirgenmesi de doğru bir yaklaşım değildir. Asıl emanet Allah’ın keremiyle bize verdiği, doğumdan ölüme devam eden hatta ahirette bile aklımıza gelmeyen nimetlere bizi boğması/gark etmesidir. Denizdeki balık gibi nimet içinde yüzüyor, idaresinde olduğumuz varlığın sahibi olarak kendimizi görüyor, hayat koşuşturmasında elimizden gittiğinde ancak onun bize emaneten verilmiş bir nimet olduğunun farkına varabiliyoruz. Ayette insanların kendisine nimet olarak bahşedilenlerle imtihan edileceği, bu imtihanlar karşısında sabır gösterenlerin rahmete ve lütuflara erişeceği buyrulmaktadır:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz” derler. İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.” (Bakara Suresi, 2/155-157)
Allah’ın kendisine bahşettiği nimetlerin emanetçisi olan insan ayette bahsedilen idrake vardığında varlığın yokluğa, yokluğun varlığa deveran etmesi sürecinde istikametini bozmaz. Üzerinde olan nimetleri yine Allah yolunda harç etmekle bereketlendirir. Peygamberimiz bu kimseleri kendilerine gıpta edilecek kişiler olarak nitelendirmiştir.
*“Ancak iki kişiye gıpta edilir: Allah’ın verdiği malı hak yolunda harcamayı başaran kimse. Yine Allah’ın kendisine verdiği ilim ve hikmet ile yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.” 1
İnsanları karanlıktan nura çıkartmakla ikram eden Allah yine bilemeyeceğimiz kadar çok nimetini bahşetmiş bunları sermaye olarak kullanarak, kendisine yaklaşmamızı, O’nu tanımamızı, bilmemizi2 murad etmiştir. Ve bu sermayeyi, karşılığında cenneti/cemalini vermek üzere borç verdiğini, hatta bu sermayeyi satın almak istediğini ayetlerle bildirmiştir. Üstelik sermaye dahi onunken bunları kulunmuş gibi kabul ederek hem ikram edişini hem ikram edilen oluşunu, yani kerimliğini ve mükerremliğini, kendinden kendine olan dönüşü fark ettirmiştir.
Kerem kelimesi cömertliği ifade ederken, kerîm kelimesi bize bu cömertliğin devamlı oluşunu hatırlatır. Allah Kerîmdir, onun kelamı olan Kurân’ın sıfatı da Kerîm’dir. Arapça dilini bilmesek de, susup dinlediğimizde ve okuduğumuzda, daha biz istemeyi bile akıl edemeden, daima manasını ikram edip durduğu için ona Kerîm denmiştir belki de.
İnsan emanetlerle yüklenip dünyaya gönderilmek suretiyle bir yolculuğa çıkartılmış, Allah’ı tanımak ve aslını bulmak; hizmet/kulluk şartına bağlanmış ve kulun bütün bunları yolculuğu sırasında idrak etmesi istenmiştir. İnsanın bu yolculukta en önemli azığı iradesidir. Bir şeyi yapıp yapmama hususunda karar verebilme ve bunu uygulama gücü olan iradenin derecelerine göre amelleri ortaya çıkar. Meyil, talep, muhabbet, aşk bu yolda insanı uçuracak olan kanatlardır. Önce meylederiz. Meyil artınca talebimiz ortaya çıkar, talep ettiğimizi sevmeye başlarız. Bu muhabbet bizde artık vazgeçilemeyen, gark olduğumuz bir tutkuya dönüşür ki bu aşktır. Aşk insanda, farkında olmaksızın hizmet için sürekli bir yanıp tutuşma hali meydana getirir. Bu hal ile kul, Allah’ın, Kerîm (beklentisiz ve karşılıksız veren, daima cömert) sıfatıyla sıfatlanır ki bu dahi Allah’ın kuluna lutf u ikramıdır.
* Râvî; Ebû Abdirrahmân Abdullāh b. Mes‘ûd b. Gāfil b. Habîb el-Hüzelî (ö. 32/652-53)
İlk Müslümanlardan ve aşere-i mübeşşereden olan Abdullah bin Mesûd çocukluğunda azılı İslam düşmanlarından birine çobanlık yaparken, Müslüman olduktan sonra kendisini Peygamberimiz’in (s.a.s.) hizmetine adadı. Mekke’den Habeşistan’a ve Medine’ye hicret edenlerdendi. Kuranın manasını iyi bildiği gibi, Kâbe’de âşikâre Kur’an okuyan ilk sahâbîdir. Efendimiz zamanındaki bütün savaşlara katıldı. Bedir savaşında Ebû Cehil’i öldürdüğü için Efendimiz O’nu övdü ve Ebû Cehil’in kılıcını verdi. Ahlakı da sesi gibi güzeldi. Kılık kıyafetine önem verir yeni Müslümanlara dini öğretirdi. Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında resmi görevlerde bulunurken ilmî faaliyetleri ve talebeleri vasıtasıyla Kûfe tefsir ve fıkıh mekteplerinin temellerini attı. Medine’de vefat etti ve Bâki kabristanına defnolundu.
1 Râvî; Abdullah ibn Mesûd (r.a.)(Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3; Müslim, Müsâfirîn 268)
2 Allahu Teala, Zariyat 56. Ayet-i Kerimede “Ben, Cinn-ü İns’i ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyurmuştur. Sahabeden ilk müfessir olan İbn Abbas hazretleri bu ayetteki ‘bana kulluk etsinler’ ifadesini ‘beni bilip tanısınlar’ şeklinde tefsir etmiştir.
Yorumlar