Ebû Hureyre’nin (r.a.) naklettiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet etmendir; çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” (Buhârî, İman 1)
İhsan, güzel olmak manasına gelen hüsn kökünden türetilmiş bir kelimedir. Buna göre güzel olan, güzel yapılan, güzel niyetlenilen her iş insanın ihsanı yakalaması yolunda bir adımdır. Bu güzel olma hususunu hem ibadetlerimizde hem insani ilişkilerimizde hem günlük hayatımızda yakalayabildiğimiz takdirde ihsana yaklaşmış oluruz.
Peki bir işin iyi ve güzel yapılıp yapılmadığını nereden anlarız?
Eğer yapılan iş helal dairede yapılmışsa, işi yapan kişiye, diğer insanlara ya da canlılara fayda sağlıyorsa, kural ve kaidelerine uygun yapılmışsa o iş hayır getirir, bereketli olur. İhsan üzere yapılan her iş, sahibini muhsin kılar. Bu da insanın Rabb’iyle olan bağını kuvvetlendirir.
İnanan insanlar olarak “Allah’ın, her işte ihsanı (güzel davranmayı) emrettiğini” (Tirmizî, Diyât, 14; Müslim, Sayd, 57) biliriz. Hiçbir ayrım yapmaksızın hiçbir detay vermeksizin her işin en güzel şekilde yapılması gerektiğini öğreniriz Efendimiz’den (s.a.s.).
İşi hakkıyla ve dosdoğru biçimde yapmayı hayatımızın temel gayesi edinip ona göre hareket etmeliyiz ki gerçek ihsana ulaşabilelim. Çünkü bu bizlere birçok kapı da aralar. İhsan bilincini kuşanan mümin nezaket sahibi olur, kimseyi incitmemeye, kalp kırmamaya özen gösterir. Güvenilirdir; emaneti hakkıyla korur, kul hakkından kaçınır. Yalan ve iftiradan, gıybet ve dedikodudan, kin ve hasetten uzak durma hassasiyetini gösterir.
Bir insanın gerçekleştirdiği işin ihsan seviyesine ulaşabilmesi için iki noktaya dikkat kesilmesi gerekir. İlki neyi nasıl yapması gerektiğini iyi bilmesi, ikincisi ise bu bilgisini en güzel şekilde fiile dönüştürmesidir.
Bazen insanlar işi yalnızca yapmış olmak için, sorumluluk üzerimden kalksın diye yaparlar. Gerçekten ihsan derdinde olan ise her zaman elinden gelenin en iyisini ortaya koymak için çabalar. Bunun için de öncelikle kişinin ne yaptığının ve bunu hangi niyetle yaptığının farkında olması lazımdır. Çünkü kişi bu farkındalığa sahip olduğu zaman kulluğunda ve yaptıklarında özverili ve özenli olabilir.
Hadis-i şerife göre ibadetlerimizde Allah’ı görüyormuşçasına bir dikkat ve ehemmiyet göstermemiz gerekir. Namaz kılacaksak örneğin, önce o namaza samimiyetle ve tertemiz bir niyetle, özenerek hazırlandığımızda ancak o güzelliği elde edebiliriz ya da bir iyilik yapacağımızda tamamıyla gösterişten uzak, yalnızca Allah’ın rızasını düşünerek yaptığımızda bu ihlas bizi ihsana götürür.
Yürürken, konuşurken, otururken, bir şey izlerken her ne yapıyorsak yapalım biz Allah’ı görmesek de O’nun bizi gördüğünü unutmadığımızda, bunu daima hatırımızda tutabildiğimizde ihsana yaklaşmış oluruz. Çünkü Rabb’inin daima kendisini gördüğü şuurunda olan Müslüman her hal ve hareketine dikkat eder, günahlardan kaçınır, halk içinde Hakk ile beraber olur ve günlük hayatında da yaratıcısıyla bağını diri tutar.
Öyleyse ne yapıyorsak bunu Yüce Allah’ın görüp gözettiği ve amellerimizin O’na arz edileceği bilinciyle yapmak için niyet alalım. Çünkü bu bilinç bizi inançta sağlamlığa, davranışlarda samimiyete, işlerimizde doğruluğa ve dürüstlüğe götürecektir. Ve ancak o zaman muhsinlerden olabiliriz.
EBÛ HUREYRE
Çok hadis rivayet etmesiyle tanınan sahâbî.
Künyesiyle ilgili en yaygın rivayet, koyun otlatırken bulduğu kedi yavrularını elbisesinin eteğine koyup onlarla oynadığı için kendisine “Ebû Hüreyre” dendiği şeklindedir (Tirmizî, “Menâḳıb”, 46; Hâkim, III, 506).
Ebû Hüreyre Medine’ye ulaştığı günden itibaren kendisini tamamen dine verdi ve Resûlullah’ın yanında bulunduğu sürece dünyevî hiçbir arzu peşinde koşmadı. İslâmiyet’i geç benimsediği için kaybettiği yıllarını telâfi etmek amacıyla açlıktan bayılacak dereceye geldiği halde Mescid-i Nebevî’deki Suffe’den ayrılmazdı.
Binden fazla hadis rivayet etmeleri sebebiyle “müksirûn” diye anılan yedi sahâbî arasında Ebû Hureyre ilk sırayı almaktadır.
Ebû Hureyre’yi en çok hadis bilen ve hadisleri en iyi ezberleyen sahâbî konumuna getiren çeşitli sebeplerin başında onun Hz. Peygamber’le ilgili her şeyi öğrenme, hadisleri ezberleme konusundaki şiddetli arzusu ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem’in yanından ayrılmaması gelmektedir.
Bir başka husus da Ebû Hureyre’nin Hz. Peygamber’den sonra yaklaşık yarım asır kadar yaşamış olmasıdır. Resûlullah’ın sağlığında onun tarafından halledilen birçok problemin çözümünü vefatından sonra başvuranlara anlatmış, böylece rivayetleri daha çok öğrenilip yayılma imkânı bulmuştur.
(M.Yaşar Kandemir, TDV İslam Ansiklopedisi , 10.cilt, s.160-167)
Yorumlar