Harabeden bozma, içi inşaat çöpleriyle dolu derme çatma bir dükkânın üst katında yaşıyorlardı. Dışındaki kırık borudan sızan suyun oluşturduğu siyaha yakın renkte yosunlu ve boyası dökülmüş müstakil bir binaydı. Pencerelerin kenarlarına çarşaf bağlanmış olduğundan içerisi hiç görünmüyordu. Karşı cephesi güneş de almıyordu, içerisinin ne kadar rutubetli olduğu kokudan tahmin edebiliyordu.
Kornişsiz pencerenin ucuna iple bağlanmış alelade çarşaf arasından göründü masmavi gözleri. Bu minik kız çocuğu rüzgarda uçuşan çarşafın arkasında durmuş, atölyesinde çalışan genç kadını izliyordu. Göz göze geldikleri anda şaşırdı ve yüzünü minik bir tebessüm kapladı genç kadının. Sonra dönüp işerini yapmaya devam etti.
Genç kadın yeniydi buralarda. Henüz esnafı tanımaya, atölyesinin düzenini oturtmaya çalışıyordu. Ara ara karşıdaki mavi gözlü çocuğa bakıyordu. Bir aralık isminin Hana olduğunu, annesi olduğunu tahmin ettiği bir kadının sesinden duydu. Tam o sırada pencerenin hemen önünde -belki de güneş alan tek yerinde- kafesteki iki alacalı kuşla konuşuyordu küçük kız. “Naam” diyerek koştu içeriye hızlıca. Sanırım bunlar mülteci diye geçirdi içinden kadın. Acaba neden buradalar? Bu harabeden bozma evde nasıl yaşıyorlar? Dalgın düşüncelerini bir kenara bırakıp yeniden masasında yaptığı işe gömüldü.
Gel zaman git zaman her gün pencerede gördüğü, gözleri gökyüzünü kıskandıran Hana’yı bir müddet sonra görememeye başladı. Kuşları da göremiyordu aynı şekilde. Merakına yenik düşüp kapılarını çaldı. Anne olduğunu düşündüğü kadın yavaş bir şekilde kapıyı açtı. Biraz çekingen biraz da korkan gözlerle bakıyordu. Ona, karşıdaki atölyeyi yeni açtığını, Hana ile kuşlarını bir süredir göremediği için merak ettiğini anlatmaya çalıştı ayaküstü. Eli ayağına dolanan kadın şaşkınlığını bir kenara bırakıp misafirini içeri buyur etti. Eve sık sık misafir gelmediği heyecanlı halinden belliydi. Kadın hiç duymadığı bir dille anlamadığı şeyler söylüyordu.
İçerden genç bir kız geldi. Ve “Hoş geldiniz!” dedi. “Annem evimize geldiniz diye çok mutlu oldu. İçeri girin, kahvemizi için.” O an eli boş geldiği için çok utanmıştı genç kadın. Hiç âdeti değildi halbuki, neden eli boş gelmişti ki? Utana sıkıla iki elini önünde birleştirerek girdi içeri. Oturması için yer yatağına hatta yorgana benzer bir şey gösterdiler, oturdu. Odada hiç koltuk yoktu. Televizyon yoktu. Kitaplık yoktu. Masa, sandalye, avize ya da buna benzer hiç bir ev gereci yoktu. Karşısındakilerin incineceğini düşünerek etrafına bakınmayı bıraktı genç kadın evin annesi kahveleriyle içeri girerken. En güzel bardaklarıyla getirmişti kahveyi. Genç kadının gelişini evdeki herkes neşeyle adeta bayram havasında karşılamıştı.
“Siz kimsiniz, nerelisiniz?” diye sordu genç kadın. “Nerden geldiniz anlatır mısınız?”
Evin hanımı anlatmaya başladı. Kızı da tercüme ediyordu.
35 yaşındaymış, kocasını ve oğlunu savaşta şehit vermiş. Orada tutunacak bir dalı kalmayınca buraya mülteci olarak sığınan akrabaları onlara ülkemize gelmelerini ve burada yeni bir hayat kurmalarını söylemiş. Savaştan dolayı evlerini tarlalarını bırakıp bir gece vakti yürüyerek yola çıkmak zorunda kalmışlar. Hana, annesi ve ablası. İki gece boyunca dur durak bilmeksizin yürümüşler. Üstelik yağmur da yağıyormuş. Hana o zaman sadece iki buçuk yaşındaymış. Şimdi beş. Yoldaki açlık ve sefaletten en çok o etkilenmiş. Zatürre olmuş, çok zor iyileştirmişler. O çamurlu yollarda bile elinden bırakmadığı kuşları, burada bakımsızlıktan ölmüş. Küçük Hana’cık da üzüntüsünden yataklara düşmüş.
Anlatılanları dinlerken, kalbinden bir şeyler kopuyormuş gibi hissetti kadın. O an kafasının çevirip diğer odaya bakınca Hana’yı gördü. Yer yatağında yatıyordu. Elinde biri yeşil, diğeri mavi iki kuşunun fotoğrafı; başında ıslak bir bez, ateşler içinde yanıyordu yavrucak.
O an eli boş geldiğini hatırlayan genç kadın hızlıca evden çıktı. Koşar adım çıktığı eve iki kuş ile geri döndü.
Gözleri bir miktar açılınca kuşlara Sirac ve Ayed adlarını verdi Hana. Biri şehid babasının diğeri de şehid abisinin adı.
Yorumlar