Merhaba sevgili okur,
Nasılsınız? İki buçuk aylık bir aradan sonra tekrar yazıyorum. Hayatımda önemli değişiklikler, yeni başlangıçlar oldu çok şükür. Bu vesile ile sizlere de hayırlı değişiklikler, mutlu başlangıçlar dileyerek yeni hicri senenizi tebrik ediyorum.
Bir önceki yazımda ben ve öteki kavramlarına, kimliğe ve aidiyet duygusuna değinmiştim. Tarif gereği öteki olmadan beni, diğerleri olmadan da bizi tanımlamanın zorluğundan bahsetmiştim. Ben diyorsam öteki, biz diyorsam diğerleri vardır demiştim ve şöyle bir soru sormuştum: biz ve diğerlerini en iyi anlamlandıran, dengeleyen, bir arada yaşatan paradigma ne olabilir?
Kendimce, buna Hû Medeniyeti demek istiyorum.
Nedir o?
Bir sohbette dinlemiştim; “ben” diyerek sadece kendisi için yaşayana insan bile denmez, “ben ve sen” hukukunu bilerek ve buna riayet ederek yaşayan kişi toplumsal manada en azından insan mertebesine gelmiştir, “biz” diyerek hisseden düşünen ve davranan kişi bağları sıkı bir ümmetin/topluluğun üyesi olmuştur. Bir de “o” diyerek yaşayan kişiler var. “O/ hû / هو” diyerek ömür süren kişiler insanda dağda taşta O’nu görür, O’nu yaşar. Kendine ve çevresine Hu gözüyle bakar ve bunun için de en güzelini yapmaya çalışır. İhsânı yaşar, ihsân ile yaşatır. İşte adını buradan alıyor Hû Medeniyeti. İnsanlıktan nasibini almış kişilerin oluşturduğu bir toplumun mayasının en güzel özeti gibi geliyor bana şu yukarıdaki tarz-ı tefekkür.
Hû Medeniyeti’nde insanca yaşamaktan bahsetmek için anlaşılması gereken en önemli konu bence insanın değerinin nereden geldiği meselesi.
Biliyorsunuz insaniyetten yana ızdırabı eksik olmayan şu modern dünya düzeninde bile çok tartışmalı insan hakları sözleşmeleri var, hümanizm gibi çiçekli böcekli, insanın kendisini merkeze alan söylemler var. Bütün bunlar bir tarafta dursun, biz Hû Medeniyeti’ne bakalım.
Hû Medeniyeti’nde insan kıymetlidir. Hem de çok kıymetli.
Bir zamanlar, bir psikolog olarak çalışmaya başlamadan evvel “insanın değeri” meselesi kafamı çok kurcalamıştı. Hem de öyle teorik bir mesele olarak değil. Ben değerli miyim? Neden? Bir insanın değerini ne belirler? Anasının babasının ona çocukken nasıl davrandığı, nasıl hissettirdiği insanın değerli yada değersiz hissetmek için tek kaynağı mıdır gibi sorular zihnimde dönüp dönüp durmuştu.
Sonra ilaç gibi cümlelere denk geldim.
Hem akaide, hem metafiziğe, hem de günlük yaşamın pratiklerine değen ilaç gibi cümleler. İşte onlardan biri: Allah seni yaratmak zorunda mıydı? Bir diğeri: İnsanın zâtı âlidir, sıfatları çirkin olabilir. Ve bir diğeri: Herkeste bir parça Nur-i Muhammedî vardır.
Haydi başlayalım.
Sen bu dünyaya geldin. Yaratıldın. Allah seni yaratmak zorunda mıydı? Sebeplere vesilelere mecbur muydu, haşa! Dilerse kuralları çevirir yok ederdi.
Senin bedeninin yaratılışındaki atomları dağa taşa toprağa harcayabilir yahut hiç halk etmeyebilirdi. Halbuki O seni yaratmış.
O halde bir insan yaratılmışsa bu, Allah’ın onu istediği, irade ettiği ve yarattığı anlamına geliyor. Yani sen bu dünyada “insan” olarak istendin. Allah sana bir rol verdi. Halife adayı olarak seni görmek istedi. Bir kere bu başlı başına büyük bir değerdir.
İnsanın zâtı âlidir, sıfatları çirkin olabilir. Bir kişi düşünün, Ali/Ayşe/Hans, her kimse…
O kişiyi o kişi yapan bir zâtı var, bir de değişken sıfatları. Mesela Ayşe’nin saçının uzun ya da kısa olması, Ali’nin saçının siyah ya da sarı olması, Hans’ın elbisesinin temiz ya da kirli olması onların değişken sıfatlarıdır. Yani insan, “…ruhumdan üfledim…” ayetinin sırrınca zâtında değerlidir. Fakat sonradan onun üzerine yapışıp kalan ya da değişmekte olan iyi veya kötü sıfatları olabilir. Bu sıfatlar çok çeşitli olmakla birlikte mümin olmak bu sıfatların en güzeli, kafir olmak ise en çirkini olarak düşünülebilir. O halde bir insana nazar ederken, değerini biçerken, ona nasıl davranacağımızı belirlerken bu zât-sıfat meselesi çok problemleri çözebilir.
Ve sonuncusu, herkeste bir parça Nur-i Muhammedî vardır. Bu biraz derin bir konu. Kendim de çok hakim olmadığım bir meseleyi size yazacak cürette değilim. Lakin şu kısmı bilmek yüreğime su serpiyor. Rabbimin, habibim dediği sevgilisinin, “the kul”unun nurundan bir parçacık da olsa bende varsa, bu değerli olmak için hiç de azımsanacak bir şey değildir. Allah yakınlık nasip etsin.
İşte sevgili okur,
Değerli olan insana değerini bildirecek, unutursa hatırlatacak, ve onun değerini koruyacak insanların yaşadığı medeniyete Hû Medeniyeti denir. Çünkü onlar bu değerin nereden geldiğini öğrenir ve öğretirler, nesillerine irfan yolu ile aktarırlar.
Bu medeniyetin içinde yaşayan insanlar kardeştir. Müminler Efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselatü vesselamdan kardeş, ehl-i kitab Hz. İbrahim aleyhisselamdan kardeş, diğer sıfattaki insanlar da Hz. Adem aleyhisselamdan kardeştirler. E kardeşler arasında dostluk da olur biraz çekişme de. Yakın kardeşler daha sevgilidir, uzak kardeşler arasında hak hukuk daha çok söz konusu olabilir, insanlık hali… Yine de hudut bellidir. O hududu İslam Medeniyeti’nde fıkıh belirler. İşte bu nedenle, İslam fıkhının yani hukukunun geçerli olduğu bir toplulukta mümin olsun olmasın şu beş şey dokunulmazlığa sahiptir. Can, mal, din, nesep, akıl.
Bir zamanlar bu medeniyet canlı aktif ve güçlü idi. İnşallah o günleri tekrar görürüz diyerek sizi muhabbetle selamlıyorum. Bu günlük de bu kadar olsun.
Allah razı olsun Huu 🌿
🌹🌹🌹
🌹Allah razı olsun
Sevgili yazar, yeni yazınız için teşekkürler yeni yılınız için güzel dilekler, yeni yılla gelen yenilikler içinse hamd-ü senalar 🙂
Yazınız bana şunu düşündürdü? Salt insan olarak yaratılmış olmak dahi bu kadar değerli iken pek çoğumuzu bu değeri idrakten alıkoyan eden “şey” nedir?
Değerimizi idrak etmek sanki aynı zamanda ‘insan olmak’ gibi büyük bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Acaba bu degeri görmezden gelmek sorumsuzca yasama kolaylığı mi sağlıyor bize?
Bastığı toprağa, soluduğu havaya, içtiği suya hürmet eden zati kıymetli insan olmak yerine degeri sadece zahirimize atfedip ölcmeden tartmadan hoyratça davranma lüksünü elimizde tutmak biraz işimize geliyor olabilir mi?
“Beni degerli kılan şey nedir?” sorusunun peşine düşmek yerine ‘Kıymetimi bilemediler’ diyip