Mukarreb, “(k-r-b) karîb/yakın” sıfat kökünden, “Takrîb/yakın kılınma” fiilinin tef’il kalıbındaki isim halidir; “yaklaştırılmış, yakın kılınmış” anlamına gelir. Kulların fazilet ve takvâ üzere ihlaslı bir hayat geçirmelerinin karşılığında, Kulun büyük bir lutuf ve ikrâm olarak Allah (c.c.) katında ulaşacağı en yüce mânevî makamı ifade etmektedir.
Mutahhar yazımızda sizlerle paylaşmış olduğumuz gibi; “Mukarreb” ism-i şerîfi aynı zamanda Resûlullah Efendimiz’in (s.a.s.) semâ tabakalarının en üstü kabul edilen yedinci kat semâdaki ismi olarak kaynaklarda kaydedilmektedir.
Mukarrebin çoğulu olan mukarrebîn ifadesinin anlamını kavramsallaştıran bazı âlimler kelimeye özel bir anlam yüklerler. Böylelikle mukarrebîn kelimesi zamanla “Allah’a ve Resûl’üne imanda öne geçenler, ilk muhacirler ile ensârdan ilk inananlar ya da iki kıbleye yönelik namaz kılmış Müslümanlar” şeklinde anlaşılmıştır. Bunun yanı sıra mukarrebînin kapsamına dair “bütün hayatı boyunca hayra koşmada öne geçen, ilmi hevâsının önüne geçen, nefsin isteklerini terkedip fazilet ve takvâda ümmetin seçkinleri konumuna geçen kimseler” gibi yorum yapanlar da vardır.
İnananların bir kısmının diğerlerine nispetle Allah’a ve Resûl’üne imanda öne geçmesi, mü’minlerin kendi aralarında iman bakımından birbirleriyle aynı seviyelerde olmadığı, kiminin kimine göre faziletli yani önde olduğu âlimlerin altını çizerek anlattığı bir konudur.
İman edip, müslüman kimliğe sahip olan kişilerin hepsi Allah’a (c.c.) ve Resûl’üne (s.a.s.) aynı yakınlıkta bulunmazlar mı? Yakınlığın ayırdı nasıl olabiliyor? dediğinizi duyar gibi oluyoruz.
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretleri Mesnevî-i Manevî‘sinde Üzeyr aleyhisselamın kıssasını anlatır. Rivayete göre Buhtunnasr, Kudüs şehrine zarar verdiğinde bu zulmü gören ve çok üzülen Üzeyr (a.s.) bir ağacın altına oturur ve yanmış şehre bakarak: “Bu şehir, bu memleket, yanan bu ağaçlar yeniden nasıl dirilecek?” diye tefekkür ederken uyuyakalır. Rabbimiz kendisini 100 yıl uyuttuktan sonra onu tekrar dirilttiğini Tevbe suresinde bildiriyor. Yeniden dirildiğinde şehri ihya edilmiş olarak bulur. Evini, eşini ve oğullarını bulmak için şehre girer. Tevrat’ın yakılıp yok edildiğini öğrenir. Babalarının kaybolduğunu hatta ölmüş olduğunu ve bir daha dönmeyeceğini düşünen oğulları babalarını görünce tanıyamazlar. Çünkü 50 yaşlarında uyutulan Üzeyr (a.s.) genç kalmış, oğulları ise 100 yaş aldığı için babaları kendilerine yabancı gibidirler. Sadece babalarına çok yakın ve hizmetinde olan tek bir oğlu Üzeyr’i (a.s.) görünce tanır ve düşüp bayılır. Mesnevî’de bu karşılaşma şu şekilde anlatılmış;
“Üzeyr (a.s.) Kudüs şehrine girdiğinde oğullarıyla yolda karşılaşır. Çocukları yaşlanmış, babalarıysa genç. Babalarını tanımadan kendisine babalarını sorarlar:
“Ey yolcu, sevgili babamızdan haberin var mı? Bize biri umutsuzluğun sona erip, bugün o güvenilir kişinin geleceğini söyledi.”
Üzeyir (a.s.) hikmetle:
“Evet, peşim sıra gelecek” der.
Babalarının geleceği konusunda umutsuzlukta kalan vehme kapılan tüm oğulları, babalarını geldiğinde tanımadıkları için bu haberi müjde addedip sevinirler.
Üzeyr aleyhisselamı tanıyan bir oğlu ise onu görür görmez tanır ve bir şey söyleyemeden düşüp bayılır. Sonra kendine gelip der ki:
“Müjdenin yeri mi a şaşkın! Biz şekerin balın kaynağına düştük!”
Mevlânâ hazretleri hikmetle buyuruyorlar ki:
“Vehmin gözü perdeli. Akla göre ise gelen kişi beklenenin ta kendisi. Kâfire sancı, mümine müjdeci. Basiret gözündeyse yaşanılan şeyin ta kendisi. Âşık kavuşma anında kendinden geçmiştir. Bu yüzden âşığın basireti, hem küfür üstüdür, hem imân üstü. İkisi de basiretin kapıcısıdır. Çünkü özdür basiret. Küfür ile imân ise onun iki kabuğudur.
Küfür, dış kuru kabuk. İmân içteki tatlanmış kabuk. Kuru kabukların yeri ateştir. Can özüne bitişik kabuk ise mutludur. Öz ise mutluluk aşamasından da üstündür. Mutluluktan üstün olup, lezzet vericidir.”
Mevlânâ hazretlerinin beyitlerinden, iman edip gayret ile Allah’ın rızası için çabalayan kulunu, Rabbimizin takrîb ederek kendisine yakınlaştırdığını anlıyoruz. Rabbinden ayrıymış gibi bir hâl üzere dünyada iken bile ümit ile çalışan kulunu, imanın özüne, ‘görme’, ‘görünce tanıma’ lezzetine, basirete kavuşturuyor. Rabbine yakınlaşmak isteyen mü’min kulun yolculuğu esasen imandan sonra devam ediyor. Her nefes, imanda yükselmek için bir fırsat oluyor.
Yorumlar