Âb-ı Hayat

Nazargah

0

*Adiyy b. Hâtim (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
Resulullah (s.a.v.), üç defa cehennemden söz edip ondan Allah’a sığındı ve yüzünü çevirdi. Sonra da: “Yarım hurmayla bile olsa cehennemden (sadaka vermek suretiyle) korunun. Eğer sadaka verecek yarım hurma bulamazsanız, o zaman güzel bir söz söylemekle (cehennemden korunun)” buyurdu.1

Sadaka, Allah’ın insanlara bahşettiği bütün maddî ve mânevî rızıklardan O’nun yolunda harcamaktır. İlk bakışta rızık dediğimizde hatırımıza yiyecek, içecek gibi maddi olanlar gelse de Allah Teala insana emaneten ne verdiyse hepsi rızıktır.

İbn Arabî hazretleri, Fütûhât-ı Mekkiye’de; “Maddî veya manevi bütün iyilikler nefislerin sadakasıdır. Müminin bu konuda kendi arzusuyla değil, Rabbinin yasasıyla ve hükmüyle ha­reket etmesi gerekir. Çünkü kul, efendisinin emri altındaki bir memurdur.” buyurur.

Yolda bir din kardeşimize gülümsemek, selam vermek, yanlış veya kötü düşüncede olan bir insana hoş sözlerle bu düşüncesinin yanlış olduğunu anlatmak, yoldan bir pet şişeyi veya insanlara eziyet veren bir şeyi kaldırmak, temizlemek… Elimizden ne geliyorsa, neye kabiliyetimiz varsa ihtiyacı olana o yönde hizmet etmek sadakadır.
Öyle bir devirden geçiyoruz ki ihtiyarlar, morali, psikolojisi hayatın çilesiyle yorulmuş yoğrulmuş insanlar yolda bir selam vermeniz için yüzümüze bakıyorlar. Bir güzel söz, bir hal hatır sormamızı bekliyorlar. Bu insanlar ya görülüp umursanmıyor veya hayatın koşturmacası içerisinde yanlarından geçilip gidiliyor.

Madalyonun bir yüzü gafletse diğer yüzü bundan daha kötüsü olan dalalet (hidayetten/doğru yoldan sapmak). İnsan beğenmeme, insanlara tahkir gözüyle bakma, aşağılama, çekiştirme (kîl u kâl/dedikodu), alay etmek, Allah muhafaza iblis gibi bir nevi ben daha hayırlıyım iddiasında bulunmaktır. Ne olursa olsun, Allah’ın insan elbisesi giydirdiği kimseye hürmet etmek, Allah’a hürmetin nişanesidir. Bu bizâtihî Allah’ın kulu üzerindeki hakkıdır.
Arifler, “Ahlak her zaman kazanır.” derler. Kaybetmiş, yenilmiş gibi görünse de kazanır. Bir ahlaksızın karşısında ona misilleme yapmak; “Kötülüğün cezası da misli kötülüktür.” (Şûra, 42/40) ayetinin hükmüne girer ki Allah Teala ayetin devamında “Fakat her kim afv edip ıslah ederse onun da ecri Allah’adır, her halde o zalimleri sevmez.” buyurur. Mü’min olana yakışan kötülüğe karşı güzellikle muameledir. Kötü söze misli ile karşılık vermek değildir. Peki böyle yaparsak ne olur?
En sonunda tecrübeyle şöyle deriz;

“Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma geleni senden bileyim.”

Malum olduğu üzere “dil” Türkçede konuşmaya yarayan organ ve lisan, edebiyatımızın zenginliği olan Farsçada ise “gönül” anlamına gelmektedir. Türkçe cinaslı bir lisan olduğundan dil denildiğinde ikisi de kastedilmiş olabilir düşüncesiyle cümlelerde farklı manalar arar ve şerh ederiz.

Gönül, nazargâh-ı ilâhidir. Öyle yüce bir yerdir ki kimse için kirletmeye değmez. Çünkü insanı yaratan, insana ancak gönül üzerinden nazar eder.

Hz. Mevlana şöyle buyurmuştur;
کعبه بنياد خليل آذرست -دل نظرگاه جليل اکبر است
Kâ’be bünyâd-ı Halîl-i Âzerest / Dil nazargâh-î Celîl-i ekberest 2

“Kâbe, Âzer oğlu İbrahim’in binasıdır. Gönül ise, Celil ve Ekber olan Allah’ın nazargâhıdır.”

İnsanda Kâbe’de bulunmayan hasletler ve mükellefiyetler vardır. Kâbe, namaz kılmaz, oruç tutmaz, zekat ve sadaka vermez, insana nispetle donuk bir haldedir. İnsan ise Hayy, Semi’, Basîr gibi Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanmıştır. Allah Kâbe’yi emriyle Hz. İbrahim’e yaptırmıştır ama insanı bizâtihî kendisi yaratmıştır.

“(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin, kokun da ne güzel! Sen ne yücesin ve saygınlığın da ne yüce! Ama canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, kanıyla ve hakkında hüsn-i zan beslenmesiyle müminin hürmeti (dokunulmazlığı), senin hürmetinden daha büyüktür!” 3

* Ebû Tarîf Adî b. Hâtim b. Abdillâh et-Tâî (ö. 67/686);
Tay kabilesinin reisi olan meşhur sahâbî.
Müslüman olmadan önce Hristiyan ve İslam düşmanı olan Hâtim-i Tâî’nin Tay kabilesi üzerine Efendimiz (s.a.s.) Hz. Ali’yi gönderdiğinde İslam kuvvetlerine karşı koyamayıp Suriye’ye kaçtı. Kız kardeşi Seffâne de esir alınanlar içindeydi. Efendimiz ona izzet ü ikram edip Şam’a kardeşi Adî’nin yanına gönderdi. Bundan etkilenerek hicretin yedinci veya dokuzuncu (628, 630) yılında İslâmiyet’i kabul etti. Kabile Reisliği görevine devam ederken hem kabilesinin Müslüman olmasına vesile oldu hem de devlete olan maddi manevi her türlü görevinin hakkını verdi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer devirlerinde savaşlara katıldı. Hz. Ali efendimizin safında Cemel vakasında bir gözünü ve oğlunu kaybetti. Irak’ın fethinden sonra Kûfe’ye yerleşti ve orada vefat etti. Hz. Ömer’in salih ve vefakar diye vasıflandırdığı Adî (r.a.) babası Hâtim et-Tâî gibi cömert bir insandı.

1 Buhârî, Zekât 10, Rikâk 31, Tevhid 36 ; Müslim, Zekat 67 (1016)
2 Tâhirül- Mevlevî, Mesnevî-i Ma’nevî şerhi, Selam Yayınları, İstanbul, 1970, C:7, Dft:2, S:700, Beyt:6196
3 İbn Mâce, Fiten 2, Hadis no:3932.

fatma yıldız
Sayılmayız parmağ ile Tükenmeyiz kırmağ ile Taşramızdan sormağ ile Kimse bilmez ahvalimiz. Erenlerin çoktur yolu, Cümlesine dedik beli; Gören bizi sanır deli, Usludan yeğdir delimiz Tevhid eden deli olmaz Allah deyen mahrum kalmaz Her seher açılır solmaz Bahara erer gülümüz.

    Elimde Değil

    Önceki içerik

    Babüsselam Kitabeleri

    Sonraki içerik

    Yorumlar

    Yorum Yaz

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir